Şeytani Uzaylılar
- Atalay Nallıdere
- 22 Haz 2021
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 11 Nis 2022

Perde
Son aylarda Amerikan medyasında sıradışı bir hareketlilik yaşanıyor. Pentagon’un geçtiğimiz yıl örnek görüntülerini yayınladığı ve Amerikan hava sahasında tanımlanamayan tehditler olarak vurguladığı cisimler her gün tekrar tekrar gösteriliyor. Belli başlı isimler haber veya sohbet programlarına davet ediliyorlar ve her gün aynı şeyleri söylüyorlar. Bütün bu ilgi çekici gelişmelere rağmen, yıllardır, gizemli olaylara aç Amerikan halkı, bu açıklamalar rağbet göstermiyor. Tüm doğa kanunlarının dışında hareket ettikleri söylenen UFO’lar hakkında, çiçeği burnunda başkan Biden 6 ay içerisinde Pentagon’un senatoya bir sunum gerçekleştirmesini istedi. Haziran ayı içerisinde senato sunumun ve bağlantılı bir raporun yayınlanması bekleniyor. Dünyadışı yaşamın varlığını, doğaüstü olayları saplantı haline getirmiş insanlar tarafından ise daha fazlasının gerçekleşeceği...
Görüntülerdeki UFO’lar, ve yayınlanmayan UFO’lar çoğunlukla aynı tipteler. Bu can alıcı nokta aslında Amerikan hükümetini endişelendiren durum, çünkü her fırsattı yetkililer görüntülerdeki cisimlerin Amerikan teknolojisi olmadığını vurguluyor. Eğer tekrar tekrar 20-30 yıl boyunca görüntülere takılan, pilotların dikkatini çeken, ve bilimsel olmadığı için saklanan cisimlerin varlığı eğer açıklanabilir değilse, her türlü spekülasyona elverişli bir ortam doğuyor.
Amerikan hükümeti her ne kadar hava sahasındaki cisimleri sadece “yüksek tehdit ve açıklanamaz” olarak tanımlamış olsa da, dünyadışı yaşam vurgusu yapmaktan kesin olarak kaçınıyor. Paylaşılan UFO görüntüleri genellikle Tic-Tac olarak tanımlanan bir cismi göstermekteler ( etrafında daha az spekülasyon dönen diğerleri ise triangle veya piramid olarak tanımlanan cisimler). Gözlemlere göre Tic-Tac, havada bilinen teknolojilerin vaat edebildiğinden bile daha yüksek hızlarda hareket edebilmekle birlikte ses hızının üzerine sonik patlama oluşturmadan çıkabilmekte. Ayrıca 6000 feet yaklaşık 2000 metre irtifayı 5 saniyede kaybedebilmekte ki buna fizyolojik olarak insanların dayanamayacağı aşikar. Söylenenlere bakılırsa su altına dalıp çıkabilmekte. ( Söz konusu görüntülere Reddit’den ulaşılabilir, fakat Reddit’de insanların bunların uzaylı olduğuna dair bir çıkarımda bulunma eğilimleri var. Skeptik olarak tanımlanabilecek insanlar söz konusu Sub-Redditler’de oldukça az, fakat kendini şüpheci olarak tanımlayan insanların paylaştıkları videolar ise konuya bilimsel ve salim kafayla yaklaşmak isteyenler için bir o kadar eğitici.)
Hükümet, UFO konusu ile alakalı sessizliğini bozmuş olsa da, bilim ve özel sektör çevrelerinden herhangi bir destek bulamadı. Geçtiğimiz yıllarda bazı bilim insanları da, bilimsellikten beklenmeyecek şekilde spekülatif açıklamalarda bulundular. Bunların en öne çıkanı, Harvard Fizik Professör’ü Avi Loeb’un geçtiğimiz yıl dünya yakınlarından geçen bir asteroidin (Oumuamua) eski bir uzaylı medeniyetin kalıntısı olabileceğini iddia etmesiydi. Destekleyici olarak Oumuamua adlı asteroidin güneş sisteminden uzaklaşırken hızlandığını ortaya koyan Loeb, bunun bir güneş yelkeni olabileceğini ortaya attı. ( İronik olarak Loeb güneş yelkenleri üzerine çalışmakta ve bir şirket ile iş birliği yapmakta) İddianın bilimsellikten uzak olarak tanınlanmasının sebebi ise, bilinen doğa kanunları içerisinde, söz konusu hızlanmaya bir açıklık getirilebiliyor olması, nam-ı diğer Ockham’ın Usturası.
Bununla birlikte bilim çevrelerinde UFO’lar ve dünyadışı akıllı yaşam hakkında bir tabu oluştuğu rahatça söylenebilir. Bunun bilim insanlarına göre basit bir sebebi bulunmakta, dibimize kadar gelen bir medeniyetin bu kadar sessizce ayrılacağını, ve bizi yalnızlığa terk edeceğini düşünmüyorlar.

Perdenin Arkasına Saklanmak
Bahsettiğimiz gibi artık insanlar UFO’lar ile ilgili herhangi bir gerginlik bile göstermiyolar, hatta bu gelişmeler sürekli gündeme getirilse bile, ana gündem maddesi haline gelmiyorlar. Sanki insanların yeni bir medeniyetle tanışmaya dair heyecanları, uzaylılara karşı olan korkuları yok olmuş durumda. Gezegenin ve toplumun başına açtıkları dertler ile insanlar hali hazırda muazzam miktarda ama hala yetersiz bir seviyede muhattap oluyor. Söylendiği gibi herhangi bir medeniyet, iyi veya kötü niyetlerle dibimize kadar gelmiş bulunsaydı, emellerini gerçekleştirmeden ayrılmak için ne gibi sebepleri bulunabilirdi ki? Etik değerlerle kendimizi kandırmaya hiç gerek bulunmamakta, herhangi bir medeniyetin dibimize kadar gelip bizi bir araştırma malzemesi yapacağına ve bu yüzden bizden saklanacağına inanmak tam anlamıyla yobazlık. Uzaylılar ve UFO’lar ile alakalı bilimsel ve spekülasyondan uzak herhangi bir hipotezimiz bulunmamaktadır. Burada insanlığı ziyaret edenler ile alakalı tartışmayı bir kenara bırakarak, insanlığın dünyadışı yaşamları ziyaret edebilme kabiliyetini tartışmak istiyorum.
--
Alelade bilim kurgu filmlerinde çevre galaksilerden ve sistemlerden gelen uzaylılar dünyamızı fethederler. Daha iyi bilim kurgu filmlerinde ise çok da uzaktan gelmeyen şeytani uzaylıların dünyamızı fethetmek için az ya da çok anlaşılabilir sebepleri bulunur. İnsanlığı ezip geçen ve teknolojilerinin karşısında silahlarımızın sapan misali ilkel kaldığı şeytani medeniyetin kendisini sürdürebilmek için tek çaresi dünyamızı talan etmektir. Yabancıların gidecek bir yeri kalmamıştır, belki de yüzyıllardır göçebedirler. Ya da dünyamızın üzerinde yaşayamayacak olsalar bile gezegendeki değerli kaynakları ekonomilerine kazandırmak isterler. İnsanlık gibi gelişmemiş bir medeniyet onlar için çocukların gözündeki bir karınca yuvasından farksızdır, hatta bazılarının gözünde insanlığın sömürülmesi vaciptir.
Hali hazırda, hayatın bizi içine attığı bir ilişkinin, bir okulun, bir mesleğin uzmanlaştıkça illüzyonunu kaybetmesine ve bunaltıcı hale gelmesine benzer bir şekilde; insanlık artık bir topluluk olarak yaşamanın illüzyonunu kaybetmiş durumda. Söz konusu bunaltıcılığın, ayrışmaların ve bitmek tükenmek bilmeyen yalancı tartışmaların arasında, insanlığın bireylerin oluşturduğu bir topluluktan ziyade, gerçekten bir bütün gibi yaşamayı ne zaman öğreneceği ve hatta bunu nasıl başaracağı hâlâ merak konusu.
Dünyadışı ziyaretlerin ve insanlığın yıldızları fethetme iddiasının seslendirilmeye başlandığı bugünlerde, üretilen eserleri (sanatı ve bilimi) incelersek, yıldızların fethinin, kültür için bir nevi kehanet ve bilime göre gerçekleşmek zorunda olan bir olay olduğunu kavrarız. Teknoloji ile birlikte doğanın bu fethi nasıl şekillendireceğini daha gerçekçi bir şekilde hayal edebiliriz. Yazının geri kalanını bir-iki cümle ile özetlemek gerekirse, geçmişteki uçuk kaçık korkularımızın kaynağı aslında büyük suçların kurbanı olmak değil, büyük suçları işlemekti. Günümüzde bu suçları işleyeceğimizi kapitalismin yaygınlaşması ile git gide kabulleniyoruz. Korkularımız aslında, işleyeceğimiz suçların kehanetinin, bugünün değerlerinin bakış açısında yarattığı hezeyandır.
Gözünüzün önüne Avatar filmi gelmiş olabilir. Fakat Hollywood’un meşhur umut tüccarlığı ve toplumu hala beşeri, ademi-merkeziyetçi bir iyilik-kötülük ayrımına inandırmak için kullandığı yöntemler bu filmden de kendisini esirgememiştir. En sonunda bir kahraman çıkar ve yapılması gereken “doğru” şeyi yapar. Dünyaları fethetmeyi başardığımızda, hayattan umudumuz kalmadığında ve sadece bir gün veya bir yüzyıl daha kurtulmak, insanlık için sıradanlaştığında bugün kutsallaştırdığımız herhangi değerden eser kalmayacaktır.
Bir İnsanın Yıldızları Fethetmesi İçin Yanında Bulundurması Gerekenler
Neredeyse her çok hücreli canlı uzun vadede rahat bir yaşam sürebilmek için, içinde bulunduğu ekolojik döngülerine ihtiyaç duyar. Neredeyse her hayvan ise sağlıklı bir yaşam sürdürebilmek ve hatta bazı durumlarda sadece bir yaşam sürebilmek için, ekosistemdeki mikroorganizmalara bağımlıdır. Buna rağmen, dünyanın fiziksel şartlarına, içinde bulundurduğu canlılara ve vücudumuzdaki birçok mikroorganizmaya göbeğimizden bağlı olsak bile, dünya dışına gönderdiğimiz her uzay aracını, herhangi bir biyolojik kontaminasyon yaşanmaması için detaylı şekilde dezenfekte etme uğraşına düşüyoruz. Temizlik ve hijyen hastalığımıza rağmen uluslararası uzay istasyonunu birlikte yaşadığımız mikroorganizmalar kuşatmış durumda. Yakın tarihte de Çin’in ayın karanlık yüzüne gönderdiği uzay aracının tüm önlemlere rağmen kontamine olduğu açıklandı. Bu sebeplerden dolayı “biokontaminasyon”a olan düşkünlüğümüzün tamamen nafile, fazlasıyla masraflı ve gereksiz bir uğraş olduğunu savunan görüşler bulunmakta.
Milyarca yıllık evrim süreciyle beraber, dünya üzerindeki herhangi bir yaşam formunun çevresindeki fiziksel, kimyasal ve biyolojik şartlara adapte olmaya nasıl mecbur kaldığını ufak bir deneyi gözden geçirerek anlayabiliriz. Neredeyse her çok hücreli canlıda ve bazı tek hücreli canlılarda sirkadiyen saat olarak adlandırılan bir döngü bulunur. Bu döngü, yaşanan ve evrimsel olarak alışılagelinen çevrenin şartlarına, canlının fizyolojik olarak önceden hazırlanmasını sağlar. Normal şartlarda döngü, bir günün uzunluğuna denk gelen 24 saate yakın sürelerde tamamlanır. Fakat söz konusu döngü genetik yöntemlerle kısaltılabilir veya uzatılabilir. İnanılmaz bir biçimde, değiştirilmiş döngüleri yaşayan mutant tek hücreli organizmalar kendi döngülerine denk gelen şartlarda, doğada bulunan (24 saatlik döngüyü yaşayan) türdaşlarından oldukça daha avantajlıdırlar. Yani 20 saatlik bir döngünün içinde bulunan bir canlı, 10 saati gündüz 10 saati gece olmak üzere, kısa bir gün simüle edildiğinde rakiplerine karşı oldukça avantajlıdır.
Bu deney içinde bulunduğumuz dünyanın şartlarına, evrimsel baskıların etkisi ile, ne kadar bağımlı hale geldiğimizi gösterir. Anlaşılan o ki, eğer başka dünyaları fethetmek istiyorsak ya kendimizi değiştireceğiz ya da vardığımız yeri. (Vardığımız yerin bizi değiştirmesi ise kontrolsüz ve bir o kadar tahmin edilemez bir süreç olacağı için pek göz önünde bulundurulmayacaktır.)
İnsanların kendilerini değiştirme konusunda olan hayalleri, söz konusu hayallerin somutlaştığı eserler (Frankenstein, Cyborgs), anti-hümanistik düşüncelerin kaynakları olmuşlardır. Yıldızlara uzanmaya gözümüz kestiğinden beri, kendimizi değiştirebileceğimiz ve bunun şeytani bir girişim olmadığı iddiası, gittiğimiz yeri değiştirmeyi hedefleyen baskın kültürel kanıyı rüyalarında rahat bırakmamaktadır. Yaygın kültürel düşünceyi oluşturan; hümanistik, muhafazakar olarak adlandırılabilecek düşüncelerin kültürel anlamda ne kadar baskın oldukları, yasalarda ve düzenlemelerde buldukları geniş yer, ve GDO karşıtlığının köklenmeye fırsat bulduğu “sağduyumuz” göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir.
Hatta medeniyetimizin(!), daha doğrusu günümüzde lokomotif haline gelmiş Avrupa merkezli kültürünün, kendisini değiştirmekte tarih boyunca ne kadar çekingen ve başarısız olduğu, Amerika’nın keşfi örnek alınarak kavranabilir. Tarihin bir ironisidir ki, Amerika’nın keşfinin diğer adları Yeni Dünyanın Fethi-Keşfi (Conquest-Discovery of the New World) olarak geçer. Avrupalılar, Amerika’ya ayak bastıkları zaman kendilerini değiştirmekten imtina etmişlerdir. Yanlarında götürdükleri hastalıklar, teknoloji ve kültür “yeni dünyayı” değiştirmiş ve değiştirmeye devam etmektedir. İddia edilebilir ki, günümüzde dünyanın her köşesinde bu değişime direnmeye çalışan yerel kültürlerin son çırpınışları görülmektedir.
Gideceğimiz gezegenleri değiştirme konusunda olan hayallerimiz ise, şimdiye kadarki tarihi düzenin aksine, biyolojik düzeyden başlamış bulunmakta. İhtiyaç duyduğumuz ekolojik döngüler ve biyolojik ilişkilerden ötürü ayak basacağımız gezegenleri kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda değiştirmekten söz eden birçok akademisyen var. Filmlerde masum bir şekilde bir kubbenin içerisinde hapsolup kalan koloniciler, aslında gittikleri gezegenlere kendilerinden önce istilacı bakterileri bitkileri göndererek yaşanabilecek gezegenleri hazırlamaktan söz ediyorlar, yaşanamayacak gezegenleri ise fiziksel veya biyolojik yöntemler ile dünyalaştırmaktan. İnsan formuna ve alışkanlıklarına yönelik biyolojik ve kültürel muhafazakar bakış açısı, insanların sanılandan çok daha baskın ve herhangi bir gelecekte bu bakış açısından kurtulabilmek neredeyse imkansız.
Sonuç olarak, biyolojinin bir bilim olarak ve kültürümüzün ise hoşgörü olarak ne kadar geride kaldığı düşünülürse, günü geldiğinde insanlık kendini değiştirmekten imtina edecek ve bundan ziyade gittiği yeri değiştirecektir. Ayak bastığımız dünyaların değişiminin şeytaniliği geçmişimiz ve baskın kültürümüz göz önüne alındığında gerçekçi bir şekilde tahmin edilebilir.
Şeytani Uzaylılar
Monty Python'ın “Dünyanın en komik şakası” adlı skecinde, şakayı okuyan insan okuduğu yerde ölür ve kalır. Bu bir nevi tarihin ve kültürel aktarımın sonunu temsil eder. Fakat bu skeç bana insanların doğrudan ziyade işine geleni duymak istediklerini hatırlatır. İnsanlar analitik doğrulara bile, işlerine gelmezse inanmazlar. Çünkü bir hayvan için geçerli olan tek şey hülya içerisinde bile olsa gönül rahatlığıyla yaşayabilmektir.
Toplumumuzda sosyal yapıyı kurgulayan etik düşünceler davranışın kendisinden sonra gelir. (Yoksa muhtemelen akıl sağlığımızı kaybederdik.) Fakat biyolojik olarak bir etik gerçeklik olduğu aşağı yukarı söylenebilir, organizmalar ve ekosistem için doğru olanların, kurtulmak ve türün devamlılığı için gereken davranışların bütünü varlığı iddia edilebilir. İnsanlar, her hayvan gibi, kurtulmaya ve adapte olmaya, mükemmel derecede uyumlu varlıklardır. Bu yüzden bizi ziyaret edecek bir medeniyet dünyada bir sosyal kargaşa oluşturmayacağı gibi, işlediğimiz cinayetlerde uzun vadede sosyal bir yıkım oluştumayacaktır. Soyutlaştırdığımız ve mantık çercevesinde açıklamakta zorlandığımız sosyal yapılar gözümüzü boyamakta ve sanki kendilerini ( dini, kültürü, sosyal kuramları ) tehdit eden her olayın toplumu çökerteceğini iddia etmekteler. Böyle bir olay gerçekleşmeyecek, suçlar işlenecek, belki de bu suçların kurbanı olacağız, özgür iradenin ve bilincin gerçek anlamda bir karşılığı olmadığını öğreneceğiz, ve bunların hiçbiri toplumumuzu çöketmeyecek. İnsanlar adapte olacak ve kurtulacaklar, her adımda, uzun vadede, yeni ve daha gerçekçi yapılar oluşacaktır.
Uzayın kolonizasyonunun barış içinde gerçekleşmesi için hiçbir yol yok, en azından düşünce sistemine radikal bir değişiklik getiremediğimiz sürece. İçine saplanmış olabileceğimiz bu vahşet Mark Fisher’ın Kapitalist Gerçekçilik kitabında anlatılıyor, ve Fisher aslında gerçeğe alternatif açıklama getiriyor. Gerçeği ve geleceği kapitalist bir çerçevenin dışında algılamaktan aciz isek, gayet tabi bunu kabullenmek zorundayız. Başka ne yapabileceğimizi hayal dahi edemiyorum. Yine de eğer uzayı fethetmek konusunda ciddiysek önce yaptığımız işin ciddiyetini kavramamız gerekmekte, ancak sonrasında davranışlarımızın sorumluluğunu algılayabiliriz. Daha neler gerçekleştirebileceğimizi bilmeden, yersiz kaygılara sürüklenmek delilikten başka bir şey değil. Bununla birlikte yapmamamız gereken en önemli şey kavramların arkasına saklanmak ve kullandığımız kelimeleri yumuşatmak. Çünkü daha yersiz kaygılarımızdan kurtulamamış iken bir de hayallere dalarsak, hayatta kalmayı başarmamız hiç mümkün gözkmüyor.
Bütün bunlar, elimizdeki dünyanın değerini öğrenmemiz gerektiğini ve biyolojik canlılar olarak hâlâ dünyaya ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu gözler önüne seriyor. Çünkü varlığımızın dayandığı her ekosistem ve mikrosistemi, yıkıcı faaliyetlerimiz ve kurtulamadığımız bir felsefeler bütünü ile tehdit ediyoruz. Bunun yanında galaksinin her köşesinde muhtemelen şimdiye kadar hiç alakamızın olmadığı canlılar için de gerçekçi bir tehdit oluşturmaya başlamış olabiliriz. Yazının başlığının önerdiği gibi bunun şeytani bir uğraş olduğuna aslında inanmıyorum, bildiğimiz yaşamın devamlılığı üzerine oynadığımız rus ruletinin de farkına varmamız elzem.
Komentáře