top of page

Avrupa Süper Ligi: Açgözlülük

  • Yazarın fotoğrafı: Atalay Nallıdere
    Atalay Nallıdere
  • 20 Nis 2021
  • 11 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 11 Nis 2022


Geçtiğimiz iki hafta Salı ve Çarşamba günleri şampiyonlar ligi çeyrek finalleri oynandı. Çeyrek final olmasına rağmen iki eşleşme tarafları ile hali hazırda dikkat çekiyordu. Bunların ilki geçen yılın finali olan Paris Saint-Germain – Bayern Münih, diğeri ise artık şeytanın bacağını birinin kıracağı kesinleşmiş Borussia Dortmund – Manchester City eşleşmeleri idi. Her iki eşleşmede de ortaya çıkan futbolun taktik anlamdaki zenginliği, hiçbir futbolseveri yüz üstü bırakmamıştı. Bugünden bakınca, bir hafta öncesine kadar Avrupa futbolunda sanki her şey güllük gülistanlıktı. Fakat bunun fırtına öncesindeki sessizlik olduğu Pazar günü ardı ardına gelen haberlerle ortaya çıktı. Ve aslında bakılırsa, bu haberlerin içinde bulunan kulüplerdeki huzursuzluk geçtiğimiz yılın Ekim aylarına kadar takip edilebiliyor, belki de çok daha öncesine.


Avrupa Süper Ligi’ni farklı açılardan ele almaya çalışan bu yazımızda futbolun içindeki, birçok bağımsız değişim arayışını, bu değişim arayışlarının motivasyonlarını ve öne sürülen çözümleri, aniden ortaya çıkan pandeminini bu arayışların üzerindeki etkisini ve son olarakta değişime karşı sunulabilecek argümanları inceleyeceğiz.


Avrupa Super Ligi Bayern

Futbolda değişime ihtiyaç var mı?


Futbol dışarıdan bakıldığında yirmi iki adamın topun peşinden koştuğu basit bir oyun gibi gözükse de, taktiksel değişiklikleri ve çeşitliliği açısından oldukça zengin bir spor. Kompakt ve kapalı oyun oynayan İzlanda, Başakşehir ve Totthenam gibi takımlardan, topa sahip olmayı seven Tiki-Taka akımına, fiziksel ihtiyaçları yüksek Gegenpress’ten, Total Futbol’a kadar onlarca hatta belki yüzlerce farklı taktiksel yaklaşım ve fikirler var. Forvet pozisyonu olan “9” numaranın bile onlarca farklı varyantı ve her varyantın farklı bir fonksiyonu var.


Günümüz futbolseverlerine Avrupa’da “kapalı lig” fikri yeni ve distopik gelebilir. Ancak bu her ne kadar teknik olarak isteyerek olmasa bile, pratikte iki kez gerçekliğe kavuştu, ve garip olacak ki ikisi de İngiltere’de vuku buldu.


İlk örnek 1900’lü yılların başından, uluslararsı futbolun yeni yeni filizlendiği 30’lu yıllardan. Sık sık futbolun beşiği olarak adlandırılan ve futbol söz konusu olduğunda diğer ülkelere yukarıdan bakan İngiltere 1930’da Fifa’nın Uruguay’da düzenlediği ilk Dünya Kupası’na katılmadı. Bunun sebebi İngiltere’nin kendisini taktiksel olarak diğer ülkelerden üstün görmesiydi. 1930’dan 1953’e kadar geçen sürede İngiltere, İskoçya ve Galler kendi aralarında düzenledikleri kapalı turnuvalarda oynadılar. Bu sırada Kıta Avrupasında, özellikle Orta Avrupa’da sürekli birbirleriyle oynayan takımlar ve uluslar yeni akımlar ve taktikler geliştirdiler. İlk uluslararası klüp turnuvası olan Mitropa Kupası takımların sürekli olarak birbirleriyle oynamasını sağladı, bunun sonucunda Tuna Futbol Akımı (Danubian School of Football) Yalancı 6, Yalancı 9 ve Pivot Forvet gibi kavramların erken versiyonlarını ürettiler.


İngiltere buna rağmen Orta Avrupa futbolundaki bu gelismeleri görmezden geldi, milli takımları iç sahada yalnızca bir kez İrlanda’ya yenilmişti ve son kullanma tarihi geçmiş formasyonlar kullanmaya devam eden İngilizler diğer akımlara yukarıdan bakmaya devam etti. İngiltere’yi uyandıran tokat, Blitz’den beri Londra’ya düşen ilk bomba oldu.


İngiltere: 3

Macaristan: 6


Ferenc Puskas’ın liderliğinde Ulu Macarlar maçın rövanşında İngiltere’ye bugüne kadarki en ağır mağlubiyetlerini tattırdılar.


Macaristan: 7

İngiltere: 1


Doğal olarak bu sonuçlar sonrasında İngiltere daha düzenli olarak uluslararası turnuvalara katılmaya, çağa uygun taktikler kullanmaya başladı. İngilizler bu reformların meyvesini 1960’larda aldı. Ülke futbol altyapısının ve kulüp kültürünün getirdiği avantajlar sayesinde uluslararası alanlarda hem kulüp hem de milli takımlar seviyesinde başarılar elde ettiler.


Bunun sonrasında 1980’lerin ortasına kadar Avrupa’nın kulüp futbolu açısından en başarılı ülkelerinden biri İngiltere oldu. Bir çok farklı kulübü uluslararası turnuvalarda ard arda üst düzey başarılar elde etmiş, geniş altyapısı ve taraftar kültürü ile İngiliz futbolu en azından kulüp seviyesinde çok başarılı bir noktaya gelmişlerdi. Ancak daha sonra İngiliz futbolunun ikinci içe kapanma dönemi geldi. Brüksel’deki Şampiyonlar Ligi finali öncesinde yaşanan olaylar, İngiltere takımlarının Avrupa turnuvalarından altı yıl boyunca men edilmesine sebep oldu. Bu zaman içerisinde başarılı İngiliz kulüpleri sadece yerel liglerinde oynayabildiler. Holiganizm sorunu çözüldüğünde yıl 1991 olmuş, İngiltere futbolu Avrupa’ya geri döndüğünde sekiz yıl boyunca başka bir başarı elde edememişti. Bunun yanında İngiltere 1994 Dünya Kupasına da katılamadı.


Yukarıdaki örneklere baktığımızda açık turnuvaların ve farklı ekollerin etkileşimlerinin futbolu net olarak ileriye taşıdığını, kapalı liglerin ve zihinlerin ise geride kaldığını ve ilerleyemediğini gösteren iki örnek ile karşı karşıyayız. Peki bu örneklere rağmen Avrupa’nın “elit kulüpleri” neden kendilerine ait kapalı bir turnuva istiyor?


Cevap kısa ve basit; para. Uluslararası kulüp seviyelerinde Real Madrid, Liverpool, Juventus gibi takımlar, Malmö ya da Ferencvaros gibi takımlar ile vakitlerini harcamak istemiyorlar. Ayrıca bu takımların turnuvaya katılarak kendi yayın haklarından pay almasını da kendilerine yediremiyorlar.


Finansal olarak doğru yönetilmeyen ve büyüyen endüstride her geçen gün daha fazla para harcayan kulüpler, daha fazla para üretmek istiyorlar. Bunun sonucunda kendilerine ait kapalı bir lig oluşturup, her hafta elit seviyede futbol izletmek ve buradan elde ettikleri yayın gelirlerini direkt olarak kendilerine akıtmak gibi bir fikir ile haraket edip Avrupa Süper Ligi adını verdikleri turnuvayı hayata geçirmek istiyorlar. Peki Avrupa futbolunun bu değişime ihtiyacı var mı? Bu doğal bir evrim mi?


Amerikan usulü NBA, MLS, NFL gibi ligleri göstererek kapalı liglerin uygulanabilir olacağı argümanı savunulabilir. Ancak bu liglerde oluşmuş sağlıklı ve rekabete zorlayan bir maaş sınırı, yeni yetenekleri adil şekilde lige dağıtan bir draft sistemi ve elit bir kolej altyapısı var. Amerikan usulü kapalı lig sistemi, Avrupa’nın spor anlayışına ters düşüyor. Bu sorunu basketbolda Euroleague’de yaşadı ve Avrupa Basketbol’undaki Euroleague sorunu hala tam anlamıyla çözülebilmiş değil. Geçirdiği başarılı sezonun ardından Şampiyonlar Ligi’ne katılarak ödüllendirilemeyecek West Ham ve Leicester City gibi takımlar kapalı lig sisteminin neden adil olmadığını en iyi açıklayan örnekler. Amerikan örneklerinin aksine Süper Lig'in kurucu takımlarının adalet gibi bir derdi yok, bu takımlar en yetenekli oyuncular kendilerinin olsun, maaş sınırı olmadan inanılmaz paralara oynasınlar ve kendi kulüpleri büyüdükçe büyüsün istiyorlar. Bu açgözlülük ile şu an Premier Lig’de bile ilk dörde giremeyen Totthenam ve Arsenal gibi ekipler bu turnuvada ezilip, altta kalınca Barcelona ve Real Madrid’in “Ya biz bu takımları sürekli yeniyoruz, onun yerine her hafta kendi aramızda oynayalım.” demeyecekleri ne malum? Açgözlülüğun bir sınırı yok.


Bu açıdan bakıldığında Avrupa futbolunun böyle bir değişime ihtiyacı yok, Şampiyonlar Ligi hali hazırda her yıl elit futbol ihtiyacını yeterli şekilde karşılıyor. UEFA’nın yerel ligler ile bağlantılı olarak oluşturduğu “Piramit Sistemi” başarılı olan takımları ödüllendirmek üzerine kurulu. UEFA’nın Finansal Fair Play kuralları gibi takımlar arasındaki finansal uçurumu kapatmaya yönelik çalışmaları da var.


Her ne kadar Finansal Fair Play kurallarını getirerek şirin gözükmeye çalışsa da UEFA’nın da bu konuda hataları olduğunu göz ardı edemeyiz, UEFA yüksek prestij getiren ve turnuvaları izlenir kılan bu takımları turnuvalarında tutmak için onlara bir çok imtiyaz verdi. Öyle ki turnuvaların formatı ve statüsü son 10 yılda iki kez değişti. Sadece bu elit takımların gönlünü yapmak amacı ile UEFA daha bu sene Konferans Ligi’ni başlatmıştı. Yine bu amaçla 2024 yılı için Şampiyonlar Ligi reformları da yapılıyordu. Yani UEFA bir nevi kendi yarattığı bir canavar ile savaşıyor.


Avrupa Futbolu’nun ihtiyaç duyduğu değişim de burada ortaya çıkıyor, futbolu bir iş, para üretici bir araç olarak gören başkanların ve şirketlerin Almanya ekolünde olduğu gibi 50+1 gibi bir kurallar ile futboldan biraz da olsa uzaklaştırılması gerekiyor. Finansal Fair Play kurallarının daha katı ve adil bir şekilde uygulanması gerekiyor. Futbol bir spor, bir kültür, şirketlere ve başkanlara ait değil! Kulüpler, onları sırtlarında taşıyıp gönülden destekleyen taraftarların olmalı. İngiltere ve Almanya’da alt liglerin izlenmesinin, sevilmesinin sebebi de bu. Zaten Avrupa Süper Ligi'nin duyurulmasının zamanlaması da manidar. Taraftarların tribünlerde olmaması, protestoların bir nevi önüne geçti. Çevrimiçi platformlarda her ne kadar çoğu futbolsever olumsuz yorumlarda bulunuyor olsa da statlardaki eylemsizlik bu kulüplerin işine gelmiyor değil.


Bu denli ütopik bir sistem hayal olsa da, yüzde ellisinden fazlası taraftarlara ait olan Bayern Münih ve Borrussia Dortmund gibi takımlar bu ekol ile de başarılı olunabileceğinin en büyük göstergesi!


ree

Peki bu iş nasıl bu noktaya geldi?


Birkaç yıl öncesinden itibaren başlayan ve Türk futbolunun öne çıkan isimleri tarafından bile dile getirilen ütopik iddiaları bir kenara bırakırsak; aslında Avrupa Süper Ligi adlı organizasyonla sonuçlanan sürecin nasıl bu noktaya geldiğini daha objektif bir şekilde görebiliriz. Ligin kurulması ile ilgili ilk dedikodular geçtiğimiz yılın Ekim ayında Barcelona başkanı Bartemou’nun açıklaması ile gün yüzüne çıkmıştı. Sonrasında UEFA’dan gelen ağır tepkiler ve Barcelona başkanının istifasıyla birlikte bu tartışmalar gündemden düştü. Fakat Ocak ayında tartışmaların tekrar alevlendiğinde, özellikle Real Madrid ve Juventus başkanları sözcü konumuna geldiler, ve sonuç olarak yakın zamanda en şiddetli münakaşaların odak noktası oldular.


Fakat teorik olarak akademik çevrelerde 2007’den beri bir Avrupa Süper Ligi beklentisi oluşmuş durumdaydı. Ekonomik temelli karmaşık bir teorinin özeti olarak açık markete dayalı, kıta çapında bir ligin, çözüm olacağını, hali hazırda UEFA’nın dogmatik bir şekilde korumaya çalıştığı piramit sisteminin ligler-arasında(inter-league) ve ligler içinde(intra-league) önlenemez bir kutuplaşmaya yol açtığını savunan oldukça detaylı bir teori bulunmakta [1]. Kutuplaşmanın ekonomik olarak gittikçe derinleştiğini savunan bu teori aslında ortaya futbola dair tamamen yeni bir paradigma koymakta. Bilim felsefesine aşina olanların, tartışmanın nereye sürüklendiğini tahmin edebileceği üzere, bildiğimiz anlamda futbolun işletmesinin aşırı bir şekilde endüstriyelleşmesi ile ( hatta belki de bu aşamaya gelebilecek herhangi bir sporun veya oyunun ) artık sadece kültürel bir zemine dayanarak sürdürülemez bir konuma geldiğini ve bu yüzden radikal bir devrim gerektiğini düşünebiliriz. En azından ortaya konan akademik yaklaşımı hayata geçirmeye çalışan kulüplerin hayalinde bu düşüncenin bulunduğundan emin olabiliriz.


Kimi zaman dünya çapında olarak nitelendirilen kulüplerin böyle radikal bir karar almaya cüret etmesi, onlar için bıçağın kemiğe dayanmış olabileceğini ve kulüplerin mevcut düzende aynı işlevi gören organizasyonların işleyişinden gerçekten hiç memnun olmadıklarını göstermekte. Şu ana kadar hiçbir kulüp tarafından Süper Lig’in kurulumunun ardında yatan sebepler açık olarak dile getirilmese de, pek çok spekülasyon medyaya yayılmış durumda. Yukarıda yayılan spekülasyonların su yüzeyindeki, mantık içeren kısımlarından bahsetmiş olmakla beraber, ayrıca ürkütücü olan ve oyunun sahadaki tezahürünü dönüştürmeyi amaçlayan dönüşümler hakkındaki dedikodularda aslında bu değişim arayışına bağlanabilir.


Avrupa futbolunun gözbebeği olan, en medyatik ve pek çok kesime oyunu izlenebilir, hatta belkide 90 dakikalık bir oyunu tahammül edebilir kılan kulüpleri, ekonomik olarak koydukları eforun karşılığında gerçekten hak ettikleri payı almadıklarını düşünüyor olabilirler mi?


Organizasyon hakkında bahsedilen katılım payının büyüklüğü bile 3.5 milyar euroluk bir gelirin bölüşülmesinden kaynaklanacağı düşünüldüğünde, bu soruya verdiğmiz yanıt daha sağlam bir temele yerleştirilebilir. Organizasyonu finanse eden uluslararası bankaların isimleri ve aktardıkları kaynağın büyüklüğü de göz önüne alındığında, amaçlanan şeyin sadece yerel liglere bir alternatif oluşturma çabası olduğunu pembe bir yalan gibi duruyor. Özellikle kurucu üyelere daimi katılım hakkı vaadedilmesi de, futbolun alışageldiği kademeli organizasyon stilinden ( UEFA’nın piramit modelinden ) tamamen uzak. Anlaşılacağı üzere organizasyon sadece varlığı ve bu varlığına verilen tepki neticesinde Avrupa futbolunun temelini ve bu temeldeki birçok oluşumu derinden tehdit ediyor.


Kurucu üyelere daimi olarak vaadedilen katılım payının büyüklüğü ve bu katılım payının devamlılığı, bu organizasyonla boy ölçüşemeyecek fakat oturmuş bir geleneği olan kulüpleri, orta ölçekteki yetiştirici ve atılımcı organizasyonları direkt olarak tehdit ediyor. Bu kulüplere örnek olarak birçok Alman kulübü ve İngiltere’nin büyük altılısının dışındaki kulüpler gösterilebilir. Küçük ve orta nitelikteki bu organizasyonlar kendi sadık taraftarlarına, geleneklerine ve misyonlarına sahip olsalarda, bu takımların sadece sportif başarıya odaklı taktik yaklaşımlarından dolayı müsabakaların izlenebilirliğinin düştüğü iddia ediliyor. Dünyaya sadece iyi futbolun izlenebilir olduğunu dikte eden ve bunu normalize etmeye çalışan bu yaklaşım eğer futbolun kurallarını da hedef alıyorsa tam anlamıyla şeytani bir oluşumla da karşı karşıya olabiliriz. Fakat söz konusu yaklaşımın iddia edildiğinin aksine futbolu hızlı üretilip-tüketilecek bir niteliğe dönüştüreceği daha somut bir nitelik kazanmış değil, hatta bu tamamen troll çevrelerinin ortaya konulan organizasyonu karalama kampanyasının bir parçası dahi olabilir. Çünkü aksine bu yaklaşımın futbolun kemiğini oluşturan olguları, taraftar gruplarını, taktisyenleri ve hatta oyuncuların gelişimini ve oyuna yaklaşımını zedeleyeceğini bekleyebiliriz.


Fakat eğer sosyal medyada, ana akım medyadan çıkan seslerin dışındaki anonim anketler incelenirse, beklenmeyen bir sonuç ile karşılaşılabilir. Süper Lig girişiminin başarılı olacağını düşünen, futbolun yeni kurallara çabuk adapte olacağını iddia eden, ve hatta maçları sabırsızlıkla bekleyen önemli bir kesim de bulunmakta. Arsene Wenger’in yeni ofsayt kuralı önerisi, devre sayısının artırılması, pandemi ile birlikte gelen 5 oyuncu değişikliği kuralının sabitlenmesini ve oyunun bunlara benzer birçok kural değişiklikleri ile dönüştürülmesi, oyunu genç kesimlere hitap eder hale getirilme isteğinin aslında sadece değişik tezahürleri. Bir sporun veya oyunun kurallarının, fahiş bir hata veya açık olmadığı sürece, asla değiştirilmemesi gerektiğini savunan bir kişi olarak, bu tartışmalara anlam veremiyorum. Ünlü bir futbol düşünürümüzün de dediği gibi “ İlgini çekmiyorsa seyretme lan, seyretme lan dana!” diyorum.


Eğer yeni sporlar ortaya çıkacak ve bu sporlar dizaynları bakımından futbolun önüne geçecekse, bu şekliyle çok zevk aldığım bu güzel oyunun bu sporlardan herhangi birine dönüşmesini kabul edemiyorum. Satranç misali geriye dönüp baktığımızda tarih boyunca oynanan her maçı, o günün şartlarından zorlanmadan izleyebilmeli ve anlamlandırabilmeliyiz. Oyunun kuralları değiştiğinde gelecek nesillerin, önceki futbolu anlamlandıramayacak olması kabul edilebilir bir şey değil. Oyunun yönetimi ile oyunun kendisini değiştirmeyi birbiriyle karıştıran her oluşuma karşı çıkılması gerektiğini düşünüyorum.


Bir oyun artık kuralları neredeyse kültleşmiş hale geldiği zaman, oyunun kurallarının değiştirilmesinin oyunun kendisine, benliğine ihanet olduğu gözden kaçırılmamalı. Oyuna adapte olan, ve oyunun yapısı içinde evrimleşen olguları, dışarıdan yönetimsel veya biçimsel olarak değiştirilmesini normalleştirir iseniz, sonuç olarak oyunun sürekli aynı çevreler tarafından kazanılan bir hale getirilmesini de kabul edersiniz. Günümüz futbolun etrafından dönen tartışmalar ile yukarıda belirtilenlerin son derece alakalı olduğunu düşünüyor ve anlaşıldığını umuyorum.



Avrupa Super Ligi Manchester City v Liverpool

Oyunun yönetiminin değişimine karşı bazı argümanlar.


>Varsayalım ki, oyunun yönetiminin evrimsel olarak en sonunda dönüşmesi gereken yapı halihazırda önerilen organizasyon ile tamamen özleşiyor. Bu noktada soru A noktasından B noktasına gidilecekse bile nasıl gidilmesi gerektiğine indirgeniyor. Bu yüzden iddia edilebilir ki; alınan karar ve kararın uygulanmaya konma biçimi gereksiz ölçüde radikal. Radikal kelimesiyle, UEFA’nın tamamen, tek bir seferde aradan çıkartılmaya teşebbüs edilmesini, ve daha önceden maruz kalınan tehditlerin hiçbirinin göz önüne bile alınmamasını kasıt ediyorum. Bu argümanın peşini daha fazla kovalamayacak olmakla beraber, peşinden sürülecek herhangi bir izin çok fazla spekülasyona gebe olduğunu düşünüyorum.


İkinci olarak anlaşılan o ki, organizasyonun halihazırda açıklanan kurucu kulüplerindeki birçok menajer, oyuncu veya taraf bu organizasyon için yapılan hazırlıkların hiçbirinden haberdar bile edilmemiş. Bu gerçek en bariz olarak Mourinho’nun istifası ve Bruno Fernandes’in açıklamalarıyla ortaya çıktı. Bu umursamazlığın ve aymazlığın arkasında yatan sebebin ve yaratabileceği kaosun yükümlülüklerini kimin üstleneceğinin merak edilmesi gerekiyor. Sonuç olarak oyunun yönetiminin sadece kulübün yer aldığı organizasyonlar ve kazandığı başarılar veya maçlar olarak algılanmaması, tamamen aksine kulübü oluşturan bireylere, taraftarlara ve oyunun sayısız bütün paydaşlarına saygı gösterilmesi ve bu ölçekteki kararlardan önce söz hakkı verilmesi gerekiyor.


Kulüpler açıklamalarında kendilerini Avrupa’nın “önde gelenleri” ( leading ) olarak nitelendirdiler. Bu nitelemenin üzerine, son zamanlarda sportif anlamda başarısız olan kulüpler ile sosyal medyada olabildiğince dalga geçildi. Fakat vahim bir nokta var ki; kendilerini “önde gelen” olarak niteleyecek cüreti nereden buldukları. Bir futbol kulübünün aynı devri paylaştığı kulüplerden önde gelmesini sağlayacak olgu kulübün mali gücü, taraftar sayısı, başarıları tarafından mı belirlenir? Bir anlamda bu sorunun cevabının evet olduğunu kabul ediyorum, eğer ki bir kulüp oyunun en iyi halini temsil ediyorsa, gerçekten devirdaşlarından önde geliyordur. Fakat hiçbir kulübün bir diğer anlamda öteki kulüplerden önde geldiği iddia edilemez ki, bu bir anlamda elit bir kulüp olacağı iddiasının sürekliliğini garanti etme çabasıdır. Doğal olarak, eşit şartlarda yarışılacak hiçbir sporda herhangi bir organizasyon her zaman önde gelemez. O organizasyonun parçaları da önde gelemez, bu tamamen sporun amatör ruhuna aykırı bir olgudur. İşte tam da bu anlamda, bu kulüplerin yönetimlerinin onları var eden geçmişi unuttukları iddia edilebilir. Onları var eden geçmişinde onları unutabileceği beklenebilir.


Son olarak, eğer bu tarz bir organizasyon gerçekleşirse yaşanabilecek altyapı enflasyonundan bahsedilebilir. Avrupa çapında alt ligler ile beraber neredeyse her ülkede sadece bir Avrupa Süper Ligi’nde oynayabilecek oyuncu sayısının neredeyse beş katı kadar profesyonel futbolcu bulunmakta. Neredeyse her bir kulübün bir altyapısının olduğu ve bu futbolcuların gelişimi göz önüne alındığında, eğer Avrupa çapında benzer uluslararası ligler kurulmaz ise bu oyuncuların ve bu oyuncuların gelişimine yatırım yapanların mağdur edileceği yadsınamaz bir gerçek. NBA tarzı, dengelenmiş bir sistem olmadığı sürece, umursamaz bir şekilde bu tarz bir organizasyona girişmek gerçekten de akıl alır gibi değil.


Avrupa Super Ligi Barcelona v Real Madrid

Sonuç


Avrupa sporunun amatöre değer veren yanı Avrupa Süper Ligi’ne karşı çıkıyor. Kulüp sahiplerinin bu kararları alırken, yönetim kurulundaki üyelerin görüşlerini görmezden geldiklerine dair haberler var. Aynı zamanda Klopp’un, James Milner’ın ve Bruno Fernandes’in açıklamalarına baktığımızda bu kararların oyunculardan ve menajerlerden de bağımsız olarak alındığı aleni. NBA, NFL ve diğer Amerikan Liglerinin kuruluşunda oyuncuların başlattığı akım ve hareketler önemli yer tutmuştu, ASL’de böyle bir durum söz konusu değil, hatta tam tersi bir durumdan da bahsedebiliriz. Dünya Kupası’nda oynamak hayali ile büyüyen oyuncuların, bu hayallerini geride bırakıp Avrupa Süper Ligi’nde oynamaya zorlandığında ne olacağını kestirmemiz zor.


İçinde bulunduğumuz durumda “12 Elit Kulübün” kendi aralarında kurdukları Avrupa Süper Ligi’ne taşınıp elit ve kapalı bir sistem kurmaları, oyuncuların Dünya Kupası ve Avrupa Kupası gibi büyürken oynamayı hayal ettikleri turnuvalardan uzak kalacak olmaları ve yerel liglerin ve hükümetlerin alacakları tutumlar gibi etkenler nedeni ile zor görünüyor. Bu lig kurulsa bile uzun vadede sportif olarak sürekli elit seviyede futbol işletmesi ise hem kapalı doğasından, hem oyuncuları çekmek açısından, hem de taraftar ve reyting kaybından dolayı çok mümkün gözükmüyor. Ancak Süper Lig’in kurulumunun sebebinin tamamen maddi nedenlere dayanması, kurucuların bu sorunları görmezden gelip başlarına geçtikleri kulüpleri tarihlerini ve köklerini geride bırakmaya itmeye teşebbüs etmeleri bile, nasıl ihmalkar ve açgözlü bir yapılanma ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.


“Acgözlülüğün bir sınırı yok.”


Şu aşamada silahların çekilmesini bir yandan bir blöf olarak da okuyabiliriz. Önde gelen kulüplerin şu anda elde ettiklerinden daha fazlasını istedikleri, mevcut durumdan memnun olmadıkları ve UEFA, FIFA ve yerel federasyonların ellerindeki monopoliyi bir anlamda savaşmadan teslim etmeme çabasında oldukları açık. Neredeyse mutlak bir şekilde tahmin edilebilir ki, eğer olaylar bir uzlaşma ile sonlanırsa, oyunun yönetim şeklinin değişecek ve önde gelen kulüplerin sportif ve mali açıdan daha fazla güçleneceklerdir. Bu senaryoda futbolda son yıllarda daha sık rastladığımız peri masalları, yönetim ve sportif başarılar bir nebze de olsa zarar görecektir.


Futbolu maddi çıkarlardan ayırmadığımız, kulüpleri hak ettikleri gerçek sahiplerin ellerine teslim etmediğimiz sürece Avrupa Süper Ligi’nin eninde sonunda, bir şekilde gerçekliğe kavuşacağını öngörmek güç değil.




Yazarlar: Oğuzcan Nallıdere / Atalay Nallıdere

Görseller: Oğuzcan Nallıdere

Yorumlar


  • Facebook
  • Spotify
  • Instagram

 © camduvar kültür sanat 2021

bottom of page