top of page

Her Şey Güzel Olacak

  • Yazarın fotoğrafı: Bahar Gümüşer
    Bahar Gümüşer
  • 8 Ara 2020
  • 9 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 22 Ağu 2022


26.03.20


Mevsimlerden sonbahardı, hava yağmurluydu. Kapkara bulutlar şehrini sardığında kendini köşeye sıkışmış hissediyordu. Kapılar açılıp kapanmaya devam ediyor, insanlar kalıp gidiyordu. Belediye otobüsünde hiçbir şey düşünemiyor, yalnızca yolun bitmesini bekliyordu. Çıktığı bazı yollar hiç bitmeyecekmiş gibi görünse de, belediye otobüsünde durak saymak işe yarıyordu. Dokuzuncu durağa geldiklerinde, yuvarlak gözlükleri olan uzun saçlı adamın onu beklediğini biliyordu. İlk buluşma için otobüsün durağa yanaşmasını beklemenin pek karizmatik olmadığını düşünüyor ama başka seçeneği olmadığını da biliyordu. Belki bu yüzden belediye otobüsleri ona hep çaresizliği hatırlatıyordu.


Otobüsten indiğinde, onu bekleyen yabancının elindeki kitabı fark etmişti. Birbirlerine doğru yürürken yabancı, kitabı ellerinin arasına sıkıştırıp dürbün yapmıştı. Sıkıştırdığı dürbünü görünce yabancının heyecanlandığını anlamış ama bunu bir yere koyamamıştı. Karşı karşıya geldiklerinde yağmur iyice hızlanmış, tanışma faslını kısa kesmelerine yol açmıştı. Vakit kaybetmeden, hızlı adımlarla Seğmenler Parkı’na doğru yürümüş, sonunda kliniğin kapısına varmışlardı. Yabancı cebindeki anahtarları çıkarmış, kapı deliğinde iki kere çevirmişti. Karşına çıkan ilk şey devasa bir Freud posteri olmuştu. “Boku yedik” diye geçirmişti içinden. Klinikte uzunca bir koridoru geçip, loş ve büyük pencereli bir odaya girmişti. Etrafa bakmış, bir ofisten fazlasını görememişti. Montunu çıkarmış, duvar dibindeki üçlü geniş koltuğa yayılmıştı. Ardından yabancı girmişti odaya. Karşısındaki tek kişilik rahat koltuğa kurulmuştu. “Tekrar merhaba” demişti. Kafasını kaldırıp yabancıya baktığına, bir yabancının silik yüzünü bir de tepesinde çakılı olan Atatürk resmini görmüştü. “Anlat” demişti yabancı.

-Nereden başlayayım?

-Nereden istersen.


Bir yerden başlamıştı. Bildiği her şeyi anlatmıştı. Bilmediklerini bile anlatmıştı. Hiç susmamıştı. Çocukluğu coşkun bir deniz olmuş, soğuk ve sessiz bir akıntı gibi akmıştı. Gençliği ise bir volkana benziyor, külleri bile yanmasına yetiyordu. Anlattıkça hafiflemiş, hafifledikçe uçmuştu. Uçtukça omzuna yeni yükler binmiş, daha sert çakılmıştı. Saatler geçmiş, her şey daha karmaşık bir hal almıştı. Yabancı onu sabırla dinlemeye devam etmiş, tek kelime etmemişti. Küçük bir sessizlik anının bu karmaşayı bitireceğini ümit etmiş, susmuştu. O susunca yabancı, inandığı her şeyin bir yalan olduğunu ona anlatmıştı. Yabancı susunca odaya giren sessizlik ise okkalı bir kahkaha ile hemen bozulmuştu. O, sanki daha önce hiç gülmemiş gibi gülmüş, birbirinin ardında şiddetlenen kahkahalar atmıştı. Daha sonra bu kahkahalar yerini, yıkıcı bir ağlamaya bırakmıştı. Bu kez sanki daha önce hiç ağlamamış hatta hiç yaşamamış gibi ağlamaya devam etmişti. Küçük bir es verdiği anda kafasını kaldırmış, duvarda çakılı olan Atatürk resmiyle göz göze gelmişti. Bu anın anlamsızlığını, diğer anlardan ayıramamıştı. Kafasını önüne eğip, türlü renkleri barındıran halıya bakmış, ağlamaya devam etmişti. “Bu sahneyi bir yerden hatırlıyorum” diye geçirmişti içinden, sonra hemen hatırlamıştı. Müjde Ar’dı önce gülüp sonra ağlayan fakat gerçek değildi. “İnandığın her şey gibi” demişti içi. Gözünü halıdan hiç ayırmadan, ağlamayı sürdürmüştü.


Ağlaması biraz kesildiğinde, yüzündeki neşe de uzun süre gelmemek üzere gitmişti fakat bu hüzünlü bir an değildi. Öfke de gitmişti yüzünden, inanç da, sevgi de… Bildiği her şey terk etmişti yüzünü ve bütün vücudunu saran hissizlik haline teslim olmuştu. Kafasını kaldırıp bu kez yabancının yüzüne bakmış, bunun bir anlamı olmasını ummuştu. “Şimdi bir bıçak çıkarsa cebinden yabancı” diye geçirmişti içinden. “Bir bıçak dayasa boynuma ve beni öldürmeye kalksa” diye devam etmişti. “Ne fark ederdi ki…”


Yabancı, sanki onun içinden konuştuklarını duymuş gibi, yavaşça oturduğu koltuktan kalkmıştı. Yanına oturup saçlarını okşadığında, hiçbir şey hissetmemişti. Ellerini saçlarından sıyırıp yavaşça bedeninde gezdirdikten sonra onu soymuştu. Çıplak kaldığı an ile yabancının içine girdiği an arasında geçen zaman, sanki hiç yaşanmamış gibiydi. Boğazına bıçak dayaması ile içine girmesi arasında bir fark yoktu. Hatta onu dövüp dışarı dahi atabilirdi. Ne fark ederdi ki…


Her şey bitmiş, aslında hiç başlamış gibiydi. Günler, haftalar geçmiş, vücudunu saran hissizlik hayatında hüküm sürmeye devam etmişti. Gülemiyor, ağlayamıyor, geriye kalan ne varsa hiçbirini yapamıyordu. İçinde yalnızca yabancıya karşı beslediği nefretle günlerini geçiyor, yine de yabancının birkaç saatte hayatına nüfuz ettiğini fark ediyor, bundan kaçıyordu. Gençliğinin ilk yıllarından beri düşündüğü intihar fikirlerini bir bir kafasından geçiyor fakat bu kez ölmeyi istemiyordu. Bir sabah uyandığında, içinde cılız beyaz bir ışığın yandığını hissetmişti. Bu hissin yaşama sevinci olduğunu ise henüz fark etmemişti. Telefonu eline alıp yabancıyı aradığında, artık onun bir yabancı olmadığını sindirmişti. Bir sonraki randevu için yarın okuldan sonra kliniğe gitmesi uygundu. Heyecanlanmıştı. Erkenden uyumuş, sabah okula gitmek için evden çıkmış, bindiği belediye otobüsünün ona çaresizliği hatırlatmasına izin vermemişti.


Kapısı, penceresi ve hatta pencere demirleri olan bir makinenin içinde, birbiriyle dönen ve birbirini döndüren onlarca çarkın arasında, gözle görünmeyecek kadar derinlerde dönen küçük bir çarkın, minik dişlerinin arasındaydı. Okuldaydı. Tam olarak ne zaman içine girdiğini bilmediği bu makinen çarkları o olmasa da dönmeye devam edecekti. Yine de burada kendini önemli biri gibi hissetmeye devam ediyordu. Küçük çarkından ayrılıp kendi yolunu çizmeye kalksa, yeni bir makine yapmak zorunda kalacaktı. İsyan çıkarak, gerekirse yağmalayacaktı ama o ne yaparsa yapsın çarklar dönmeye devam edecekti. O olsa da olmasa da, yeni bir makine yapıp sayısız çark koysa da, dönen çarklar dönmeye devam edecekti. Bir anlamı yoktu. Sabah sekiz buçukta sıraya oturup yoklamaya imza atmak gibi. Hiçbir anlamı yoktu. Hem şimdi bunları düşünmese de olurdu. Oturup seans saatini beklemekten başka çaresi yoktu.


Okuldan sonra kliniğine gittiğinde, bu kez odanın duvarlarının ne kadar beyaz olduğunu fark etmişti. Psikoloğun tepesinde çakılı olan Atatürk resminin yerini kalitesiz baskılarıyla mukavva bir sanat eseri almıştı. Mukavva kartona basılı bir sanat eseri de en az, geri kalan her şey kadar anlamsızdı. Anlatmaya başladığında, biraz daha rahatlamış gibiydi. Psikoloğa olan nefretin yerini minnet almaya başlamıştı. Yine de altına yatmak yerine, boğazına bıçak dayanmasının daha iyi bir fikir olduğunu düşünmeye devam etmişti. Anlattıkça hafiflemiş fakat bu kez hafifledikçe uçmamıştı. Yerli yerinde durmaya devam etmiş, rahatlamıştı. Seans süresinin bittiğini psikoloğun ondan kaçırmaya başladığı gözlerinden anlamış, susmuştu. Psikolog, tek kişilik rahat koltuğundan kalkmış, büyük pencerelerinden birini açmıştı. Kitaplığından gri plastik bir kutu çıkarıp, masasına oturmuş, küçük ince bir cigara sararken bir an tereddüt etmişti. Arkasına dönüp “İçer misin?” diye sorduğunda, onun dünyanın en iyi psikoloğu olduğuna inanmıştı. Kurtulduğu bunca yükten sonra küçük bir hafıza kaybı tam da ihtiyacı olan şeydi. “Elbette” diye cevap vermişti. Psikolog gülümsemiş, cigarayı sardıktan sonra ucunu hafifçe yakıp ona uzatmıştı. Sardığı bu küçük ve ince cigaradan çocukken üzerinin kirlenmediği, mahallede top oynamadığını ve dayak yemediğini anlamıştı. Sağlam bir nefes çektikten sonra cigarayı psikoloğa uzatmış, bu kez çektiği minik fakat tereddütsüz duman sayesinde onun hiç kontrolden çıkmadığını fark etmişti. “Bunlar psikoloji kitaplarında yazmaz süt çocuğu” demişti içinden. “Yakaladım seni!” diye devam etmişti. Dönen cigaradan bir duman daha almış, gülümsemişti. Kafası zurnaya benzemişti.


Sonbahar bitmiş, şehri kesici bir soğuk ele geçirmişti. Psikoloğun silik yüzünden önce sivri burnu, ardından ince dudakları belirmişti. En son hafif çökük gözleri yerini almış, ona bakmıştı. Saçlarının içinde saklanan kulakları ise onu dinlemeye devam etmişti. Adsız bir huzur dolmuştu etraflarına. Zaman geçtikçe adsız konserler dinleyip, adsız akşam yemekleri yemişlerdi. O, birlikte içtikleri her sabah kahvesinden sonra içindeki beyaz cılız ışığın güçlendiğini hissederken, hayat akıp gitmeye devam etmişti. Her şey akıp giderken psikoloğun elleri yerinde durmaya devam etmişti. İlk günden sonra bir daha hiç onu soymaya yeltenmemişlerdi.


Keskin soğuklar evrenin hakimiyetini ağaç dallarına bıraktığında, psikolog tıpkı evren gibi bir mucizeyi gerçekleştirmişti. Onu iyileştirmişti. Sevmeyi öğretmişti, düşünmeyi ve anlamayı. İçinde çiçekler açtırmış, günden güne belirginleşen yüzüyle onu aydınlatmıştı. Bir aşkı öğrenememişti ama psikoloğa baktığı her an kafasının içinde aşkın sağlamasını yapmıştı. Psikoloğun kafasının içindekiler ise denklemin tek bilinmeyeni olmaya devam etmişti.


Güneş tüm kaldırımları ısıtmış, şehir baharın bir mucize olduğunu bilmeden onu selamlamıştı. Birlikte adsız bir sabah kahvaltısına oturmuş, uzun sohbetler etmişlerdi. Gelecek yılları konuşmuş, uçsuz bucaksız bir tepe hayal etmişlerdi. Çimler düşünmüşlerdi o tepede ve papatyalar. Ne olursa olsun birbirlerini bırakmayacaklarına söz vermişlerdi. Akşam yeniden görüşmek üzere masadan kalktıklarında, psikolog bu kez onu annesiyle yaşadıklara eve davet etmişti. Bu onu hiç olmadığı kadar heyecanlandırmıştı. Psikolog, yüzündeki heyecanı görüp küçük tereddüt anlarından birini daha yaşamıştı. “Yalnız…” diye söze başlamıştı. “Annem…” diye gevelemiş, “Biraz delidir” demişti. O ise “Herkes biraz delidir” demişti içinden. Psikoloğa bunu söylememişti. Psikolog yokuş yukarı, o ise yokuş aşağı yollarına devam etmişlerdi. Psikolog klinikte delirmeye ve akıllanmaya devam ederken, o eve gidip şarkılar söylemişti. Kafasının içinde onlarca konuşma yazmış, hepsini eski dostu mutfak dolabına anlatmıştı. Akşam bastırmaya başlamıştı. En güzel kıyafetlerini giyinip, makyaj yapmıştı. Çiçekçiye uğramak için evden biraz erken çıkmış, çiçekçiyle kavga ettiği içinse yine de geç kalmıştı. Taksiye bindiğinde çiçeklerin bunu unutturmasını dilemişti. Eve varıp kapıyı çaldığında ise dileği gerçek olmuştu. Psikolog öylece kapı ağzında dururken, annesi sopasını saklayıp onu içtenlikle selamlamıştı. “Bir deliyi ancak bir deli anlayabilir” diye geçirmişti içinden. Bu evrende asıl delinin akıllılar olduğunu ise henüz fark etmemişti.


İçeri girdiğinde, annesi çiçeklerini vazoya koymuş, odasına çekilmişti. Psikolog onu şık ve mütevazı sofralarına buyur etmiş, dolaptan iki şişe bira çıkarıp birini onun önüne koymuştu. Hiçbir şey konuşmadan geçirdikleri birkaç dakikadan sonra psikolog “Korkuyorum” diyerek sessizliği bozmuştu.

-Neden korkuyorsun?

-Annemden. Delinin tekidir. Saçma sapan bir şey yapıp seni tedirgin edecek diye ödüm kopuyor.

-Saçmalama! Korkacak bir şey yok. Anne olmak delirmek için en iyi fırsattır bence. Her anne biraz deli değil midir zaten?

Psikolog, önündeki bira şişesini kaldırmış, “Tüm delirmiş annelere” demişti. O ise “Yani hepsine” demiş, gülümsemişti. Şişelerini tokuşturup, adsız akşam yemeklerini yemişlerdi. Saatler ilerlemişti. Biralar yerini ev yapımı bir votka şişesine bırakmıştı. Psikoloğun annesi uykuya daldığında, evin bahçesine çıkmış, birer cigara tüttürmüşlerdi. Yan yana duran sandalyelere oturduklarında, gözleri psikoloğun diz yapmış gri pijamasına takılmıştı. Bu onu oldukça düşündürmüştü. O anda ilk kez, bunun bir mucize olamayacağını aklına getirmişti. Yine de kendini ikna edememişti. İçinden “Mucize kanlı canlı bir insansa eğer, diz yapmış gri bir pijama da giyebilir” demişti. İçi onu desteklemişti. “Hem..” demişti içi, “Aşk dedikleri şey…” diye devam etmişti. “Böyle bir şey değil midir?” Kısa bir sessizlikten sonra sözü kafasının içindekiler almıştı. “Bilmem…” demişlerdi. “Öyle midir?”


Cigaralar dönmüş, votkanın son damlaları bardaklara dökülmüştü. Psikoloğun yüzü tıpkı ilk günlerdeki gibi silikleşmiş, onun kafasının içindekiler ise bir türlü susmak bilmemişti. Son yudumda psikoloğa her şeyi anlatmaya kesin karar vermiş, sabaha karşı mucizelere inanmayı dilemişti. Psikolog onu soyduğunda, birlikte uyuyup birlikte kalktıklarında, tüm adsız anların bir adı olduğunda, Allah’a da inanacaktı. Peygamberlere, ikiye ayrılan denize, gökten inen koçlara… Tüm mucizelere inanacaktı. “Seninle biz…” diye başlamıştı söze. Psikolog bu başlangıçtan hiç hoşlanmamıştı ama o, silinen yüzünden bunu anlamamıştı. “Seninle biz…” diye devam etmişti.

-Bir mucize eseri tanıştık sanki. Kimsenin dinlemediği kadar dinledin beni ve kimsenin düşünmediği daha düşündün. Hatırlasana, doğum günü pastamı bile sen getirdin partiye. Bir kalem aldın bana hep yazayım diye. Söz verdim ben de hep o kalemle yazacağıma. Biz içerken keyiflenen şarapları ve biz yürürken dans eden kaldırım taşlarını görmedin mi? Hepsini bir kenara bırak, beni iyileştirmen de bir mucize değil miydi? Ben aşkı tanımam, sana karşı hissettiklerim aşk mıdır bilmem ama mucizelere inanmak isterim. Bu kapkara dünyada silinen yüzünden ve iz yapmış gri pijamandan yüzüme doğru vuran ışığın sebebi ancak bir mucize olabilir. Varlığın için evrene minnettar oldum ve iyi olmam adına bana yaptığın her şey içinse sana. Birlikte geçirdiğimiz her anı, sonbaharı, kışı, bizi saran baharı topladığımda; gördüğüm tek şey sana ne kadar borçlu olduğum oluyor. Tekrar ediyorum, ben aşkı tanımam ama bütün acılarım dindiğinde kalbimi sana verebilirim. Bedenim ise zaten ilk günden beri senindir. Hiç dokunmamış olsan da senindir. Aşk nedir, mucizelere gebe midir anlamam. Ama bırak…

-Bırak?

-Bırak kadının olayım*

İçi “Ne güzel şarkıydı” demişti, kafasının içindekiler ise “Ne alakası var şimdi” İkisini de susturup psikoloğun yüzüne bakmıştı. Sivri burnu yeniden belirmeye başlamıştı. Ardından dudakları, sonra da gözleri. Kaşları tek tek yerleşmişti yerine ve kirpikleri. Çenesi sivrileşmişti yavaşça. Yüzü daha önce hiç olmadığı kadar belirgindi bu kez. Yanaklarındaki küçük gözeneklere dalmıştı gözleri. Sonra uzun saçlarının ardında sakladığı kulaklarının kepçe olduğunu görmüştü. En sonunda yüzündeki umursamaz tavrı görmek zorunda kalmıştı. Ne yaparsa yapsın bundan kaçamamıştı.

Psikolog umursamaz tavrını iyice yüzüne yapıştırmış, sandalyesine iyice yerleşmişti. Ona kısa bir bakış atmış, söze başlamıştı. “Yaşadıklarımız…” demişti. “Şimdi anlattığın kadar romantik şeyler değiller.” Ardından gözlerini ona dikmiş, ne kadar cesur olduğunu göstermek istemişti. O ise asıl cesur olanın kendisi olduğunun farkındaydı . Elini yumruk yapmış, hızla yerinden kalkmıştı. İşaret parmağını sallayarak ona doğru yaklaşmıştı. Sözlerini ondan hiç ayırmamış, “Öyle mi!?” diye söze başlamıştı. “Madem yaşadıklarımız benim anlattığım kadar romantik değildi” diye devam etmişti.

-Öyleyse bana bir şeyin hesabını vermek zorundasın Turna Kadınsıoğlu! Bu hikayede havalı bir ismin olmasını hak etmiyorsun, bu yüzden artık Turna Kadınsıoğlu’sun ve şimdi soracağım soruya bir cevap vermek zorundasın!

Cesareti kırılmış gibiydi, yüzündeki umursamazlık ise yerini yavaşça endişeye bırakmıştı. Yine de kendini ele vermek istemediğinden “Tamam” demişti. “Tamam sor”

-Madem… Madem yaşadıklarımız romantik şeyler değildi…

-…

-O ZAMAN NEDEN İLK SEANSTAN SONRA BENİ SİKTİN?

-Şşş… Sessiz ol. Bütün mahallenin bunu öğrenmesine gerek yok.

-NEDEN? YOKSA UTANDIN MI?

Başını önüne eğmiş, “Evet” demişti psikolog, “Evet, utandım.” İstemese de devam etmişti.

-Yaptığım şeyin tek bir adı var o da acemilik. Senin aşk sandığın şey aslında sadece tecrübesizliğimdi. İlk seansta, seni öyle karşımda görünce yapmamam gereken bir şey yaptım. Seni soydum. Üstelik bunu tepki bile veremeyecek kadar savunmasızken yaptım. Bu hikayenin asıl borçlusu benim. Sana borçluyum. Kafanı allak bullak ettiğimin farkındayım. Özür dilerim.

-Yani bu yüzden mi iyi davrandın bana? Bu yüzden mi hiç yanımdan ayrılmadın?

-…

-Yani hepsini sadece bana acıdığın için yaptın.

-…

-Evde başka içki var mı?

-Var.

-Getirsene.


Psikolog, bu kez sebebi bilinen bir ilgiyle mutfağa gitmiş, yarım kalan viski şişesini önüne koymuştu. Psikoloğun içip içmeyeceğini sormamış, önündeki votka bardağını ağzına kadar viski ile doldurmaktan çekinmemişti. Psikoloğun yüzündeki endişe çoktan gitmiş, yerini çocuksu bir mahcubiyete bırakmıştı. Vicdanı bedeninden taşmış, her yere yapışmıştı. Yüzündeki mahcubiyet, midesini bulandırmış, bir dikişte bardağın yarısını bitirmişti. Yarısı dolu bardağa bakmış, hikayenin bittiğini anlamıştı. Psikolog, sandalyesini yavaşça ona yaklaştırmış, ellerini avucunun içine almıştı. Bu ilk günden sonra ona dokunduğu ilk an olsa da, heyecanlanmamıştı. Gözlerini manasızca ona dikmiş “Biliyorum…” diye söze başlamıştı. “Biliyorum çok zor ama inan bana geçecek” diye devam etmişti. Onun için bardağı taşıran son damla ise bu olmuştu. İçi “Turna Kadınsıoğlu…” demişti. Kafasının içindekiler “Ne kadar zor olduğunu nereden bilebilirsin ki?” diye devam etmişti. Ardından ikisi birden bağırmıştı. “TAHMİN BİLE EDEMEZSİN!” O ise “Susun” demiş, ellerini psikoloğun avuçlarından kurtarmıştı. “Sana aşık değilim. Bana acıma” diye bağırmıştı suratına. Psikoloğun yüzünü daha önce hiç görmediği bir sinir bürümüş, önündeki çakmağı ona doğru fırlatmıştı. “Siktir git o zaman” demiş, onu kovmuştu.

Gitmek en çok yapmak istediği şeydi fakat geri dönmekten korktuğu için, biraz daha içki istemişti. Artık dönmek için bir bahanesi kalmadığından, kovulmak içten içe hoşuna gitmişti. Oyalanmadan montunu giyinmiş, hızla kapıya yönelmişti. Psikolog kapıdayken onu yakalamış, elleri değil de vicdanıyla kapıyı tutmuştu. Vicdanı durmamış, konuşmuştu “Seans istersen yine gelebilirsin. Sana yardım ederim” demişti. O ise bu cümleyle birlikte artık dönmeyeceğine emin olmuş, içinden sevinmeye devam etmişti. Taksiye binip olan biten her şeyden kurtulmuştu.


Günler, haftalar geçmeye devam etmiş, bahar bitmiş, denklemdeki tek bilinmeyenin acımak olduğu kimsenin aklına gelmişti. Geriye bir kendisi bir de kalemi kalmıştı. Kendiyle konuşmalar yapıp, kalemi eski dostu mutfak dolabının içine saklamıştı. Kalem hiç olamamış gibi davranmış, tesadüfen herhangi bir zamanda karşısına çıkmamasını ummuştu. Mucizeleri bırakmış, yarılan denizleri unutmuştu. Bunun bir aşk hikayesi olmadığını ise anlayalı çok olmuştu. İçi “Bu pastasız doğum günlerinin hikayesi” demişti. Kafasının içindekiler ise “Bu antidepresanların, var olanların, yok olanların, hiç olmamış olanların hikayesi” diye devam etmişti. Sonra ikisi birden “Bu kaybolmuş ruhların ve kaybolmuş ruh doktorlarının hikayesi”diye bağırmıştı. O ise ikisini de susturmadan koltuğa oturmuş, bir cigara sarmıştı. Mucizeler denklemden çıktığında, geriye yalnızca hayat kalmıştı. Bir duman çekip karşısındaki kırık beyaz duvara bakmıştı. Her şey güzel olacaktı, inanmıştı.


İlgili Yazılar

Hepsini Gör
Falcı

O an yolumu yolumu kesip el falıma bakmak isteyen falcının hocasından öğrendiği ilk kuralı çoktan unuttuğunu fark ediyorum. Artık...

 
 
 
Misafir

Halbuki sadece rüya görmek değil hayal etmek de uykuya dalabilenlerin hakkıdır.

 
 
 

Yorumlar


  • Facebook
  • Spotify
  • Instagram

 © camduvar kültür sanat 2021

bottom of page