top of page

Büyüklere Masallar

  • Yazarın fotoğrafı: Bahar Gümüşer
    Bahar Gümüşer
  • 14 Şub 2021
  • 10 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 11 Nis 2022


ree
Çizen: Hasret Deniz Mercan


Kimseye ait olmayan zamanın içinde, boşluğun karanlık havasını üfleyen derin bir orman varmış. Ormanın doğu ve batı yakası iki şehirden, ortası ise kocaman bir hiçlikten ibaretmiş. Sonsuz sanılan bu orman aslında, etrafını saran Boşluk Nehrinin karşı yakasında son bulurmuş. Boşluk Nehrini daha önce hiç gören olmamış ama nadir esen ılık bir rüzgarla nehir insanlara kendini hissettirmiş. Görmedikleri bu nehrin ötesinde ne olduğunu ise hiç düşünmez, düşünürlerse delireceklerini bilirlermiş.


İki ucunda iki yaka olan bu orman, öylesine uçsuz bucakmış ki, iki ucun da birbirinden haberi olmazmış. Bir yakada güneş doğarken diğer yakada batar, bir yaka yaz güneşiyle kavrulurken diğer yaka soğuktan donarmış. Üstelik iki yaka arasındaki farklar bununla da sınırlı değilmiş. Batı Yakasının türlü meyveler yetişen bereketli topraklarına karşılık Doğu Yakasının toprakları çorak mı çorakmış. Batı Yakası her bahar güneşi selamlar, toprağın türlü renkli sulu meyveleri halk, keyifle mideye indirirmiş. Midelerine indirdikleri meyveler onları doyurur, birbirleriyle konuşurlarmış. Konuştukça dinler, dinledikçe anlarlarmış. Anladıkça mutlu olur, gülerlermiş. Onlar güldükçe güneş de güler, topraklarına sapsarı tatlı bir ışık gönderirmiş. Bu ışıkla toprakları parıldar, bir sonraki baharı saygıyla beklermiş. Batı Yakasında bahar bittiğinde, güneş Doğu Yakasına doğru yola koyulurmuş. Doğuya varıp baharı getirdiğinde, yaka halkı bunu anlamazmış. Güneşi selamlamaz, akıllarını yalnızca topraktan çıkacak bir avuç meyve için çalıştırırlarmış. Topraktan çıkan meyveler tatsız mı tatsız olurmuş ama yaka halkı tıpkı baharın gelişi gibi bunu da anlamazlarmış. Çıkan susuz ve renksiz meyveleri mideye indirir, yine de doymazlarmış. Doymadıkça kaşlarını çatar, suratlarını asarlarmış. Birbirlerini hiç dinlemeden sürekli kavga eder, hiçbir şey anlamazlarmış. Anlamadıkça mutsuz olur, ağlarlarmış. Onlar mutsuz olunca güneş de mutsuz olur, topraklarına sert ve yıkıcı bir ışık gönderirmiş. Bu ışıkla toprak yanar, bir sonraki baharı beklemezmiş. Zaman her nasıl bir şeyse, iki yakada da farklı akarmış. Zamanın bile farklı aktığı bu iki yakanın benzer özellikleri de yok değilmiş. İkisinin de uzun minareli gösterişli sarayları ormanın en yüksek yerlerinde kuruluymuş. İki yakanın da soyluları her gece benzeri görülmeyen ziyafet sofraları kurar, kusana kadar doymadan sofradan kalkmazlarmış. Doymak nedir bilmeyen Doğu Yakası insanları ise soyluların ziyafet sofralarına alınmazmış çünkü halk aç yatarken tok olmayan soylular masallarda bile yaşamazmış.


Doğu Yakasının bezgin yaz günlerine teslim olduğu her zamanki zamansızlıkların birinde, yaka halkı bu kez hiç kalmadığı kadar aç kalmıştı. Karınları öyle kazınmış, öyle kazınmıştı ki, hepsi ağlamıştı. Onlar ağladıkça güneş de ağlamış, en yıkıcı sertlikteki ışıklarını yakanın topraklarına göndermeye devam etmişti. Güneşin yıkıcı ışıklarıyla ısınan toprak sonunda dayanamamış, çatlamıştı. Başlarda yüzeyi ince bir çizgi gibi çizen çatlaklar zamanla derinleşmiş, toprağı en dibine kadar yarmıştı. Yarıklardan toprağın dibine dolan sıcak hava şeffaf bir duman olmuş, topraktan göğe doğru yükselmişti. Sonunda göğe ulaşmış, kendini Doğu Yakası sarayının önünde bulmuştu. Kapının açıldığı ilk anda saraya sızmış, kendini hissettirmeden sarayın koridorlarında dolaşmıştı. Soyluların kusmaya yakın kalktıkları her ziyafet sofrasının ardından onları takip etmiş, yataklarına kadar girmişti. Sarayın asil kadın ve erkekleri düzüşürken içlerine sızmış, sıcaklığıyla döllerini kurutmuştu. Halk açken tok yattıkları gecelerin sabahında, doğmamış çocukları onlardan habersiz ölmeye devam etmişti. Onlarsa gün gün genişleyen midelerini bencil ziyafetlerle doldurmuş, yedikçe yemiş, azdıkça azmışlardı. Azdıkça düzmüş, yine de çocuk sahibi olamamışlardı.

Tahtın dört varis prensi kudretli döllerinden sual olunmayacağından suçu karılarının rahimlerine atmışlardı. Karılarını bırakıp haremlerine dalmış, sarayda girilmedik tek delik bırakmamışlardı. Kuru döllerini girdikleri her deliğin içine boşaltmış, çoktan ölmüş çocukları capcanlı rahimlerde hayat bulamamışlardı. Prensler sonunda düzüşmeyi bırakmış, düşünmeye başlamışlardı. Düşünmüş, düşünmüş, sonunda karar vermişlerdi. Daha önce hiç yapmadıkları bir şey yapmış, halkın arasına inmişlerdi. Kadınları ayırıp, sıraya dizmişlerdi. Damızlık seçerken öğrendikleri gibi, aralarından en büyük memeli olanları seçmişlerdi. Seçtikleri kadınların daha önce doğurmuş olmasına dikkat etmiş, hepsini saraya götürmüşlerdi. Düzdükçe düzmüş, onları da hamile bırakamayınca döllerinin kudretsiz olduğuyla yüzleşmişlerdi. Kadınları kapı dışarı etmiş, bir daha hiç düzüşmemiş ve düşünmemişlerdi. Kadınlar saraydan kovulunca halkın arasına dönmüş, hepsinin kulaklarına tok olduğunu haykırmışlardı. Onlar haykırdıkça halkın kulakları küçülmeye başlamış, küçüldükçe küçülmüş, sonunda yılan olmuşlardı. Hiçbir şey duymamış, sürüne sürüne kadınlardan uzaklaşmışlardı. Herkes gidince kadınlar, kendi aralarında prenslerin dölsüz olduğunu fısıldamışlardı. Onlar fısıldadıkça halkın kulakları büyümüş, büyüdükçe büyümüş, sonunda kedi olmuşlardı. Çıkan her tıkırtıyı duymuş, dört ayaklarına basa basa kadınlara yaklaşmışlardı. Zaman bazen durmaya bazense ilerlemeye devam ederken, prenslerin dölsüz olduğu haberini yakanın tüm kedileri duymuştu.


İnsanken zor dayandıkları açlığa, kediyken hepten dayanamaz olmuşlardı. Acıktıkça dolanmış, dolandıkça aramış, yine de yiyecek tek lokma bulamamışlardı. Bulamadıkça tepelere tırmanmış, sonunda en tepeye ulaşmış, Doğu Yakası sarayına varmışlardı. Sarayın yalnız balkonlarına çıkabilmiş, pati attıkları saksıları devirmişlerdi. Yere düşen saksılar hiç ses yapmamış, kedilerse henüz dokunmadıkları saksıları yanlarından geçerken sallamışlardı. Dokundukça devirmiş, devirdikçe sarayda düşmedik saksı bırakmamışlardı. Yere düşerken ses çıkarmayan saksıların sesi, düşen son saksı yere düşmeden önce toplanmış, güçlü bir dalga olmuşlardı. Tek bir dalganın içine dolan sesler dalgadan taşmış, gürültü olmuşlardı. Taşan dalga yeni dalgalar doğurmuş, kopan gürültüyü küçüle küçüle saraya sızdırmışlardı. Gürültü saraydan içeri girer girmez kralı bulmuş, tahtın atomlarını oynatmıştı. Oynayan her atom bir diğerini oynatmış, sonunda tüm atomlar birbiriyle oynaşmıştı. Atomlar oynaşırken titretmiş, tahtı da titretmişlerdi. Sarayda kimsenin fark etmediği bu titreşimi kral, tam da kıçında hissetmişti. Titreşimler yine sadece yalnız kralın hissettiği küçük ama etkili bir sarsıntıya dönüşmüş, kralı ürkütmüştü. Yakada devrilecek bir şey kalmadığında sıranın tahtına geleceğini bu kez kıçında değil, içinde hissetmişti. Bu his onu deli etmiş, hayatını zindana çevirmişti. Yatağa düşmüş, bir daha hiç kalkamamıştı. Günlerini uyuyarak geçirmiş, uyurken türlü türlü kabuslar görmüştü. Gördüğü kabuslardan ter içinde uyanmış, uyanır uyanmaz hepsini unutmuştu. Artık hayatla kurduğu tek bağ kabusları olmuş, uyuduğu her uykuyla ölüme biraz daha yaklaşmıştı. O ölümce tahta kimin oturacağı sorusu ise bir bilinmez olmuş, tüm soylular tarafından sessizce konuşulmuştu.


Zaman zamansızlıktan daha yaman çıkmış, hızlıca akmıştı. Günlerden bir gün kral, derin uykularından birinden yine kan ter içinde uyanmıştı. Bu kez uyandığında, gördüğü şeyi hatırlamıştı. Hatırlamıştı ama gördüğü şeyin düş mü yoksa kabus mu olduğuna bir türlü karar verememişti. Prensleri yanına çağırıp onlara bunun bir düş mü yoksa kabus mu olduğunu sormaya karar vermişti. Uşağına emir vermiş, prensleri çağırmıştı. Prensler vakitlice gelmiş, kralın yatağının yanındaki koltuğa dizilmişlerdi. Can kulağıyla hasta babalarının anlattıklarını dinlemişlerdi. Kral sarayın en yaşlısı olan kız kardeşinin uykusunda onu ziyaret ettiğini söylemişti. Yaşlı, üstüne üslük bakire olan kız kardeşi Boşluk Nehrine gitmiş, saraya döndüğünde ise karnı burnuna değmiş. Bir rüya zamanı geçtiğinde kız kardeşi doğum yapmış, dölsüz saraylarına bir oğlan çocuğu armağan etmişti. Oğlan çocuğu kardeşinin rahminden çıkar çıkmaz parlamış, bütün sarayı aydınlatmıştı. Prensler kralın anlattıkları karşısında gözlerini fal taşı gibi açmış, duyduklarına inanmakta zorluk çekmişlerdi. Bakire bir yaşlı olan halalarının rahminden çıkacak da olsa, bir oğlan çocuğu haberine oldukça sevinmişlerdi. Yıllardır sarayda hüküm süren dölsüzlük yüzünden mucizelere inanmaktan başka çare bulamamış, bir karar vermişlerdi. Boşluk Nehrine gidip halalarını düzecek bir adam bulmak için kraldan izin istemişlerdi. Kral prenslere izin vermeden önce tereddüt etmiş, gözlerini bir noktaya dikip rüyanın geri kalanını içinden tekrar etmişti. Hala oğlan çocuğunu doğurduktan hemen sonra rahminden simsiyah bir zift boşalmış, bütün saraya yayılmıştı. Kral prenslerin heyecanını görünce, onlara simsiyah ziftten hiç bahsetmemişti. O da prensler gibi gördüğü şeyin bir düş olduğunu düşünmüş, onlara Boşluk Nehrine gitmeleri için vermişti. Prensler vakit kaybetmeden hazırlanmış, arabalarına ağırlıklarından fazla yiyecek yükleyip yola koyulmuşlardı. Mucizelere inanmaya başladıklarından kimsenin gitmediği Boşluk Nehrine gidip, halalarını düzecek adamı arama fikrini oldukça mantıklı bulmuşlardı. Gittikçe gitmiş, hiçlikten çıkmışlardı. Hiçlikten çıkar çıkmaz zamanın içine girmiş, ne kadar giderlerse gitsinler Boşluk Nehrine varamamışlardı. Sonunda yorulmuş, ne hiçlikte ne de boşlukta bir yerde durmuşlardı.


Prensler ne boşlukta ne de hiçlikte uzun vakitler durmuş, sonunda acıkmışlardı. Kalan son sepetlerini açmış, içinde yalnız üç elma kaldığını görmüşlerdi. Onca yol halalarını düzecek bir adam bulamadıkları için düştükleri umutsuzluk çukurunda, sayılarından bir eksik kalan elmaları kimin yiyeceğine karar verememişlerdi. Paylaşmak nedir bilmedikleri için tartışmış, bağırmışlardı. Zamanın içinde prenslerin yüksek seslerini duyan tek bir kişi olmuştu. Bu kişi zaman sokağında yaşayan, gözleri ışıl ışıl parlayan sokak çocuğu bir genç olmuştu. Duyduğu sesleri yavaş adımlarla takip etmiş, prenslere uzaktan bakmış, biraz tereddüt etse de dayanamamış, prenslerin yanına varmıştı. Prensler sokak çocuğu genci karşılarında gördüklerinde, onun ışıl ışıl parlayan gözlerine hayret etmişlerdi. Işıldayan gözler her sokak çocuğuna özgü bir özellik olsa da, zamanın içinde yaşayan bu çocukları hiç gören olmadığından, ışıldayan gözlerinden de haberleri olmazmış. Prensler sokak çocuğu gence biraz daha dikkatli bakmış, parlayan gözlerinin büyüsüne kapılmışlardı. Kapıldıkları bu büyü sayesinde, sokak çocuğu gencin kralın düşündeki mucize olabileceğini düşünmüşlerdi. Sepetteki üç elmadan birini sokak çocuğu gençle paylaşmışlardı. Sokak çocuğu genç ilk kez gördüğü bu kıpkırmızı elmanın bir mucize olabileceğini düşünmüştü. Elmayı alıp büyükçe ısırmış, çiğnerken ağzında hissettiği tat sayesinde elmanın bir mucize olduğuna emin olmuştu. Prensler kalan üç elmalarından birini sokak çocuğu gence verince, sepette kalan iki elmaları iki bin elma olmuştu. Prensler sepetteki iki bin elmayı görünce sokak çocuğu gencin aradıkları mucize olduğuna emin olmuşlardı. Hep birlikte karınlarını doyurup, saraya doğru yola çıkmışlardı.


Sarayın kapısında prensleri bekleyen soylular, onları sapa sağlam karşılarında görünce çok sevinmişlerdi. Prenslerin ardından gördükleri sokak çocuğunun gözlerine bakmış, gördükleri ışıkla büyülenmişlerdi. Sokak çocuğu genci baştan aşağı süzmüş, midelerinde bir ekşime hissetmişlerdi. Prensler şerefine eşsiz bir ziyafet sofrası kurmuş, her zamanki gibi kusana kadar yerlerinden kalkmamışlardı. Soylular yemek yerken sarayın uşakları sokak çocuğu genci soymuş, yıkamış, paklamış, doyurmuş ve ölçülerini almışlardı. Saat ilerleyince de onu bir odaya götürmüş, yatacağı yatağı göstermişlerdi. Sokak çocuğu genç yatağa uzanmış; yatağın yumuşaklığından mı, ilk kez doyan karnından mı yoksa mis gibi kokmasından mı bilinmez, hemencecik uyumuştu. Uyandığında yanı başında çeşit çeşit renkli, ipek, yumuşacık kıyafetler bulmuştu. Hızlıca yataktan kalkmış, biraz tereddüt etse de bu tereddütü hemen yenmiş, kıyafetleri giyinmişti. İpek kumaşlar bedeninden akıp giderken odadaki aynayı fark etmiş, yavaş adımlarla aynaya doğru yaklaşmıştı. Bu yavaş adımlar tıpkı parlak gözler gibi yalnız sokak çocuklarına özgü bir özellikmiş. Onlar gördüklerine sahip olmamaya alıştıklarından, her şeye yavaş adımlarla ilerlermiş. Tereddütle yaklaştığı aynanın karşısında durduğunda, hiçbir şey hissetmemişti. Bu kendisini gördüğü ilk an olsa da, dikkatini çeken tek şey gözlerinden yayılan ışık olmuştu. Aynaya biraz daha yaklaşıp, gözlerinin ta içine bakmıştı. Gördüğü ışık, hiç düşünmediği bir soruyu aklına sokmuştu. Bu soruyla neden sarayda olduğunu düşünmüş, yanıt bulamamıştı. Aynadan biraz uzaklaşmış, üzerindeki kıyafetleri görmüştü. Görür görmez soruyu unutmuştu. Yavaş adımlarla aynadan uzaklaşmış, uyuduğu yatağa oturmuştu. Yatakta hiçbir şey düşünmemiş, beklemişti. Bekledikçe beklemiş, zamanı öğrenmişti. Öğrendiği zamanın küçücük bir anında gözleri kapıya kaçmış, kaçar kaçmaz kapı çalınmıştı. Çalınan kapının ardında sarayın yaşlı halası belirmiş, sokak çocuğuna kararsız fakat sevecen bir bakış atmıştı. Attığı bakışın ardından sokak çocuğunu kahvaltıya çağırmış, sokak çocuğu gençse kahvaltı nedir sormadan yaşlı halanın peşine takılmıştı. Birlikte uzunca bir koridoru geçmiş, ziyafet salonunun merdivenlerine varmışlardı.


Yaşlı hala ve sokak çocuğu genç merdivenin başında durduklarında, tüm soylular onlara bakmışlardı. Soylular sokak çocuğu olduğu için merdivenleri yavaş yavaş inen sokak çocuğu gencin parlayan gözlerini gördüklerinde, hayale dalmışlardı. Gözlerini sokak çocuğu gençten ayırılıp, yaşlılıktan merdivenleri yavaş yavaş inen halalarına baktıklarında, daldıkları hayalden uyanmışlardı. Bir erkek çocuğu nasıl olacak da yaşlı halanın kuru rahmine tutunacaktı? Daldıkları hayali unutup, bu soruyu içlerine sormuşlardı. Kralın hikmetin sual olunmayacağından susmuş, içlerinden konuşmuşlardı. Onlar konuşurken hala ve sokak çocuğu merdivenleri bitirmiş, sofraya oturmuşlardı. Soylular sokak çocuğu gencin parlayan gözlerini yakından görünce içlerinden konuşmayı bırakmışlardı. Sokak çocuğunu her gördüklerinde midelerinde başlayan ekşimedense hiç kurtulamamışlardı. Kahvaltı bitince sokak çocuğu genç kahvaltı nedir öğrenmiş, tıpkı sarayda başına gelen her şey gibi kahvaltıya da çok sevmişti. Sofradan kalktıktan sonra yumuşacık yatağına uzanmış, kahvaltıda yediği çeşitli yiyecekleri düşünmüştü. Gözlerini kapatıp hepsini gözlerinin önüne getirmiş, tatlarını aklına kokularıyla birlikte kazımıştı. Gözlerini açmış, yiyecekleri kazıdığı aklına tekrar neden bu sarayda olduğu sorusu düşmüştü. Düşünmüş, yanıt bulamamıştı. Yanıt bulamadıkça biraz daha düşünmüş, sonunda delirecek gibi olmuştu. Delilikten kaçmak için gözlerini kapatmış, tekrar kahvaltıdaki çeşitli yiyecekleri düşünmeye başlamıştı. Gözlerini açmış, açar açmaz sarayda geçen zamanının bir düş olduğuna inanmıştı. Gözlerini kapamış, gerçekten uzaklaşmıştı. Uzaklaştıkça yiyeceklerle dolu zihni ona “Gerçek nedir?” diye bir soru sormuştu. Sokak çocuğu gençse bu soruya hiç kafa yormamıştı. Sokak çocuklarının her zaman düşünecek daha önemli şeyleri olmuştu. Sarayda geçirdiği zamanın bir düş olduğuna inandığında, kafasına giren sorunun cevabını da bulmuş olmuştu. Gözlerini açmış, yattığı yatakta yan dönmüştü. Küçücük bir anda gözleri kapıya kaçmış, kaçar kaçmaz kapı çalmıştı. Avuçlarında tuttuğu kıyafetlerle açılan kapının ardında bir uşak belirmiş, içeri girdikten sonra kıyafetleri sokak çocuğu gencin yanı başına koymuştu. Sokak çocuğunu soymuş, yeni getirdiği kıyafetleri ona giydirmişti. Sağ cebinden bir tarak çıkarmış, saçlarını taramaya başlamıştı. Sokak çocuğu genç uşağın yaptığı bu şeye hayret etse de, kafasında hissettiği gıdıklanmayla düştüğü hayret çukurundan hemen kurtulmuştu. Uşak onu taramayı bitirince elini sol cebine atmış, içinden bir parfüm şişesi çıkarmıştı. Şişenin içindeki küçücük ince sopayı gencin teninde gezdirmiş, sokak çocuğu ise tenine yayılan ıslaklığa hayret etmişti. Tenindeki ıslaklıktan yayılan kokuyu duyduğunda hayreti unutmuş, bir düşün içinde olduğunu aklına getirmişti. Uşak onu oturduğu yerden kaldırmış, ardına kadar açtığı kapıdan geçmesini beklemişti. Sokak çocuğu genç yavaş adımlarla kapıya yönelmiş, eşikten geçmişti. Birlikte birkaç kat çıkıp, uzunca bir koridordan geçmişlerdi. Koridor bitince gümüş ve altınlarla bezeli büyük bir kapının önünde durmuşlardı. Uşak kapıyı üç kere tıklatmış, gencin yanından ayrılmıştı. Uşak ayrılır ayrılmaz gösterişli büyük kapı aralanmış, yavaşça açılmıştı. Açılan kapının ardında beliren yaşlı hala sokak çocuğu genci içeri almış, kapıyı sıkı sıkı kapatmıştı.


Sokak çocuğu genç içeri girdiğinde, yaşlı hala vakit kaybetmeden onu soymaya başlamıştı. Sokak çocuğu genç çırılçıplak kalırken, hiç konuşmamıştı. Hala genci yavaşça yatağa yatırıp, karşısında soyunmaya başlamıştı. Sokak çocuğu genç halayı izlerken, vücudundaki her kırışıklığı dikkatle bakmıştı. Bakarken gözlerini dipdiri duran vücuduna takılmış, haladan farklı olduğunu anlamıştı. Hala çırılçıplak kalıp yanına uzandığında, biri bakir biri de bakire olduğundan, aralarındaki tüm farklar ortadan kalkmıştı. Hiçbir şey düşünmemiş, yalnız birbirlerini düzmüşlerdi. Düzüştükçe düzüşmüş, yorulmuşlardı. Sabaha karşı birlikte, aynı derin uykuyu uyumuşlardı. Hala sokak çocuğu gençten önce uyanmış, kalkıp ilk iş olarak aynaya bakmıştı. Çoktandır solgun duran yanakları artık bir elma gibi kızarmıştı. Hala kızaran yanaklarını görünce çok şaşırmış, derin bir nefes alıp ciğerlerini havayla doldurmuştu. Ciğerlerine dolan hava taşmış, tüm vücuduna yayılmıştı. Vücuduna dolan hava halanın yanakları gibi solmuş hücrelerine bir şans daha vermiş, halayı gençleştirmişti. Hala gençleşirken aynaya bakmaya devam etmiş, kendisiyle yüzleşmişti. Bu yüzleşme onu yaşlandıran erkeksizliği olmuş, suratına bir tokat indirmişti. Yediği tokat yanaklarının daha da kızarmasına sebep olmuş, dayanamamış, ağlamıştı. Arkasını dönüp yatağında uyuyan sokak çocuğu gence bakmış, ilk kez yaşadığını hissetmişti. Aidiyetini hemen orada, tıpkı bekareti ve yaşlılığı gibi sokak çocuğu gence teslim etmişti. Kralın düşü gerçekleşmiş, yaşlılıktan adet bile görmeyen halanın karnı büyümüştü. Günler geçmiş, halanın karnı burnuna dayanmıştı. Halanın karnı burnuna dayandığında kral, her geçen gün derinleşen uykularından birinden bir daha hiç uyanmamıştı. Soylular kralın ölümünü hemen unutmuş, tahta kimin oturacağını düşünmeye başlamışlardı. Düşündükçe düşünmüş, yine de bulamamışlardı. Dört prensin dördü de dölsüz olduğundan eşit sayılmışlardı. Bu eşitliği bozmak adına bir düello yapmaya karar vermiş, kılıçlarını kuşanmışlardı. Üç kardeşini de öldüren prensin tahta geçmesine karar vermiş, halanın doğacak muhtemel erkek çocuğunu ise ikinci varis yapmışlardı. Mertçe dövüşeceklerine söz vermiş, kuşandıkları kılıçlarıyla tahtın önünde toplanmışlardı. Kılıçlarını korkak cesaretleriyle ellerine almış, daha önce hiç dövüşmediklerinden ellerinde kılıçlarla öylece durmuşlardı. Prensler dururken sarayın tüm soyluları başlarına üşüşmüş, gözlerini kırpmadan onlara bakmışlardı. Halanın hamileliğiyle birlikte sarayda uşak ile soylu arasında bir hiyerarşi yaratan sokak çocuğu genç de soyluların yanında yerini almış, olan biteni anlamaya çalışmıştı. Prenslerin gözlerindeki korkak ifadeye dikkatlice incelemiş, incelerken bir düşün içinde olmadığını anlamıştı. Kafası çoktan unuttuğu bir soruyu ona hatırlatmış, neden bu sarayda olduğunu düşünmeye başlamıştı. Düşündükçe gözlerindeki ışık kuvvetlenmiş, kafasında bir ampül yakmıştı. Kafasındaki ışık ona “Meğer burada, bu sarayda, bu korkak zebanilerin cehennemi, kendi düş bahçemde bulunmamın tek sebebi…” demiş, gözlerinde güçlenen ışık cümleyi tamamlamasına izin vermemişti. Şiddetlendikçe şiddetlenmiş, lazer ışınları gibi bakan herkesin gözlerini delmeye başlamıştı. Gözlerindeki ışık güçlenirken kafasında yanan ampül de ısındıkça ısınmış, sonunda patlamıştı. Kafasındaki ampül patlayınca düşünmeyi bırakmış, ilk kez hızlı adımlarla yürüyüp en büyük prensin elindeki kılıcı almıştı. Alır almaz prensin kellesini tek hamlede uçurmuş, sırayla diğer prenslerin de kafalarını gövdelerinden ayırmıştı. Hızlı adımlarla tahta doğru yürümüş, kralın tacını takmıştı. Soylu kadınlar küçük bir dehşet anıyla duraksamış ardından çığlıklarla sokak çocuğu gencin üzerine yürümeye başlamışlardı. Sokak çocuğu genç kısa bir an tereddüt etmiş, sakince yerinden kalkmış, bu kısa tereddüt anını hemen üzerinden atmıştı. Tek hamlede sarayda kalan tüm soyluların da kafalarını vücutlarından ayırmıştı. Zafer soyluların hiç görmediği fakat çıkarları için kullanmayı kendilerine hak gördükleri sokak çocuklarının olmuştu.


Sokak çocuğu kral soyluların kesik kafalarının üzerine üşüşen sineklere bakmış, herkes kadar yaşamayı hak eden soyluları sinek gibi öldürdüğü için kendiyle gurur duymuştu. Bu kez kralla özgü bir ağırlıkla arkasını dönmüş, tekrar tahtına oturmuştu. Etrafı süzmüş, gözleri halayı aramıştı. Kolunun arkasında saklanan halanın gölgesini görmüş, uzun uzun bakmıştı. Hala yaşlı gözleriyle saklandığı kolonun arkasında çıkmış, krala doğru yürümüştü. Hala yürürken kral titremiş, ona ne yapacağını düşünmüştü. Hala diz çöküp boyun eğebilirdi ya da ikisinden biri ölebilirdi. Belki ikisi de olmaz, hala onu sevmişse eğer, sevmeye devam ederdi. Bilememişti. Kral düşünürken hala tahtın önünde gelmiş, yaşlı gözlerini silmişti. Yavaşça diz çöküp dudaklarını kralın ayaklarına dayanmış fakat öpmemişti. Ayağa kalmış, bağırmıştı. “Kralım çok yaşa!” Sokak çocuğu kralın bir lazer ışını kadar güçlü parlayan gözleri hemen orada, bir daha hiç yanmamak üzere sönmüştü.



İlgili Yazılar

Hepsini Gör
Falcı

O an yolumu yolumu kesip el falıma bakmak isteyen falcının hocasından öğrendiği ilk kuralı çoktan unuttuğunu fark ediyorum. Artık...

 
 
 
Misafir

Halbuki sadece rüya görmek değil hayal etmek de uykuya dalabilenlerin hakkıdır.

 
 
 

Comments


  • Facebook
  • Spotify
  • Instagram

 © camduvar kültür sanat 2021

bottom of page