top of page

Artık, Dilediğin Kadar Özgür Değilsin.

  • Yazarın fotoğrafı: Atalay Nallıdere
    Atalay Nallıdere
  • 25 Ara 2020
  • 7 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 26 Ara 2020


-Sabah-


Uçsuz, önünde sürekli uzayan yokuşu tırmandığı, insanların çoğunun patavatsızca kırmızı giyinmesinin verdiği rahatszılığa dayanamadığı için gözlerini yere diktiği titrek bir yaz sabahıydı. Aklında tek bir düşünce vardı; “Ne duyacağının, hissedeceğinin ve yaşayacağının hiç kimse için önemi kalmamış mıydı?” Onu uyaranlar o kadar karmaşıktı ki etrafta, bu kadar fazlasıyla özgür olunmazdı. Yokuşun sonuna varınca, gözleri çimlerde yatan gençlerden, debelenen kedilere, oradan elinde telefonu verdiği, kimin dost kimin düşman olduğunu kavrayamayan başka bir gence takıldı. Bu genç o kadar dalgındı ki, sanki kimin dost kimin düşman olduğu zaten pek umrunda değildi. Bu genç için şimdiden düşüncelerinin ne mükemmel olması önemliydi ya da yeterince her şeyi olabildiğince yansıtması. Gözleri, güzelliğine tapılmasını isteyenler arasında hızlıca bir tur daha attıktan sonra karşısındakini tekrar fark etti. Ne anlatıyordu bu rengi solmuş, gövedesi eğilmiş, yaprakları uçmakta olan gelincik. Her cümlesi farklı bir akbabalar misali dolaşıyor kulaklarının çevresinde, bir salvo atıp dilinin kemikleri üzerinde kalmış son düşünceleri de parçalayıp almaya çalışıyordu. Fakat konuşulanlar ve konuşulması planlanılanlar, en azından onun konuştukları her zaman buzdağının sadece görünür kısmı idi. Ne kadar da hızlı gelmişti, sadede. Düşüncelerinin ise yenisinin gelmesi, şu boğucu kalabalıkta nefes alabilmeye devam ettiği sürece garip değildi. İçinden bir-iki cümle geçirdi fakat söylemeye cesaret bulamadı: “Gerçekten ilk sevdiğim insanın sen olduğunu mu düşünüyordun? Yalan söyleyebilirdim sana ama bu ne kadar yerinde olurdu?”


Elindeki dondurma da bitmiyordu. Hava bu kadar sıcak iken çoktan elinden eriyip gitmesi bile gerekirdi. Hele akbabaların durmaksızın çıktığı yerde iki top dondurma çoktan kaybolmuş iken. Hava, bugün bulutlu. Çimlerdeki insanlar güneşten korunaklı. Gelincik son yapraklarıyla uçup gitti, artık yoktu. O artık bir bütün değildi, sadece hafızası kalmıştı, kokusunun ve kıpkırmızı dudaklarının. Neden hiçbir şey söylememişti duyduklarından sonra. Sanki artık tam anlamıyla hiçbir şey söylemek istemiyordu, sorumluluk almak istemiyordu az önce olanlar veya söyleme ihtimalinin bir an için olduğu herhangi bir şey için. Bir anda içinde garip gıcıltı ve ardından azrailin fitili tutuşturduğunu hissetti. “Aman ne yalan!” Bir planı olmadığı sürece, bu kadar kısa ömrü kalan hiç kimse bu kadar mutsuz olamazdı. Ömrüne biçilen değeri öğrenen insan herhalde her düşünceye sarılırdı. Nedense bunun olacağını bilenler ise bir şeyleri görmezden gelebiliyordu. Suratı çelişki içindeymiş gibi büzüştü, şaşkınlıkla kasıldı ve omuzları silkindi. Yaklaşanlar için süslenmiş, kutlanmaya hazır, sivri bir yalnızlık ve sade bir sessizlik istiyordu. Bilmiyor ki onun bu hallerine burada ne kadar ihtiyaç duyuluyor.


-Öğle-


Ona göre, günlük hayatta konuşulanları çeşitli dozlarda yeterince duyduktan sonra, bunların herhangi bir etkisi kalmyordu, her şey sıradanlaşmaya mahkumdu. Bağışıklık kazandığı bu konuşmalar bir korku muydu veya bir zehir miydi pek belli değildi. Zehrin tükenmeyenini, insanı felç edeninin arkasında ise hep bir melodi vardı, kulaklığını taktı ve koltuğuna uzandı. “Ya, ne anlamı vardı bu kadar özgür olmanın, bu kadar sıradan ve saçma olduktan sonra? Tutunup asılı kalabileceği bir dal veya üzerinde durabileceği bir zemin var mıydı insanoğlunun?” Vazgeçemediği bir huyu olan küçümseme ile baktığı, tam karşısında oturan, ak saçlı, orta yaşlı ise Deliliğe Övgü’yü daha yeni yeni okuyordu. Hangisi daha komikti karar veremedi. İnsanoğlunun Erasmus’u daha yeni okuması mı ve kendisinin insanoğlunu küçümseyebilmesi mi? Yoksa yaratılışın kaygan zemininde, delilik sayesinde ayakta durabileceğine bu sefillerin gerçekten inanması mı? Bir köşede, sallanan tutamaklara asılmış, sallanarak tartışan insanlar, karşısındakinin haklı olduğuna inanabileceğini düşünüyor. Gerçekten bazı şeyleri iletemeyeceklerini anlamaktan acizler. Diğer köşede ise çevredeki gürültüden kaçıp oluşturdukları olgularının içerlerine sıkıca aşk ile saklanıp, dünyaya kapanıp, birbirlerine sarılan çiftler. Bilinmiyor ki hiçbir sevgi sevenin, hiçbir şehir ise sevgiyi arayanın gazabından kurtulamadı. Ama bu panayarın bir köşesinde hayatın anlamını bilen bir bilge olmalıydı. Hayatın anlamı, hayatın amacından ona göre tamamen farklıydı. Bir amacı defalarca bulup kaybedebilirdi, fakat bir anlamı olmadıkça bu amaç uğruna çatışırken yetersiz kalıyordu. Sonra, sürekli kendisinin bile sessiz kalmayı tercih ettiği sorular beliriyordu aklında. “Ne gereği vardı böyle şeyler düşünmenin, dalgın dalgın...” onun son sözleri bu olmuştu yokuştan aşağı dönmeden sabah, daha sonsuza kadar ayrılmadan hemen önce. “Neden amaçlara ve onu harekete geçiren sebeplere bu kadar saplantılıydı? Neden gibi yapamıyordu?” Bu anlamlar ve nedenler bir illüzyon muydu yada türünün gereklerinin ona uyguladığı, dışına çıkamayacağı gereklilikler mi? Yoksa sadece öyle oldukları gibi mi yapması gerekiyordu. Gibi yapmak, biliyormuş gibi yapmak....


Diğer bir köşede takkeli, sarıklı insanlar, ne kadar uzak bu insanlara. O insanlarla arasındaki eylemlerini, sebeplerini ve söyledikleri sözleri temelinden veya görünürde ayıran ne kadar çok şey vardı. Tanrıya inanıyordu, belki inanmak istiyordu, varolduğu için suçlayacağı birileri olurdu en azından, insanların faaliyetleri için suçlayacağı tek bir varlık. İnsanları zamanında aşık olduğu için suçlayamazdı ya. Tanrının insanları sevdiğine hiç inanmıyordu, okuduğunda görmüştü zaten tanrı gaddarları, kurnazları, ve kötülük yapanları seviyordu. Tıkanmış hissetti, kendine gelmesi için birinin onu takırdatması gerekirdi, söküp takması, gerekirse bütün kemiklerini kırıp o tozu, kıl yumağını damarlarının içinden alması gerekiyordu.


Aklının içinden bir öfke akıyordu adeta, düşünceleri tek bir merkeze odaklandı; “Tanrı insanları sevmiyor, insanlarda tanrıyı koşulsuz sevmiyor. Tanrı keçileri salmış çayıra bir taşın arkasında gizli gizli öğle yemeğini yiyor. Keçiler her şeye karar versinler, hayatın anlamına bile karar verebilirler, isterlerse kayalıklardan aşağı yuvarlansınlar umrunda değil. İnsanlar kimseyi koşulsuz sevmiyor ya. Dondurmayı tuttuğu peçeteyle ağızını sildikten sonra ne demişti; “Hiç eğlenemedik birbirimizle, zaten güzel vakit geçirelim demedik mi?” Sen neden, yalandanda olsa, bir kerecik yüreğinin doyması için sevdiğini söyleyemiyorsun şimdi? Sevmiyor musun, yoksa cesaretin mi yok? İnsanın sevdiğini söylememesi ne de ayıp bir şey. Eğer doğada keşfedilecek bir anlam yoksa, demeyeceğim ki kendinizinkini yaratın. Çünkü bilyorum ki bir şeyler bulmaya ve kaybetmeye başladığınız anda, en az düşündüğünüz her şey kadar temelsiz olduğunu hissedeceksiniz. Bir anlamın olmadığıda gayet tabi kabullenilebilir ama ne kadar fazla amacımız var.”


Biraz rahatlamıştı şimdi, tren de boşalmıştı. Kulaklıklarını çıkardı, ve katladı, ineceği durağa hazırlandı. Sanki bir sırrını söylemişti, ona, insanlara.... aslında boşluğa. İnandıkları şeyin eksik olduğunu söylemişti, ve sadece sefalet ve donukluk vardı, onda. Onu tamamlamak ne yersiz bir uğraştı. Bu kadar canlı, aynı anda onun tamamını bile göremiyordu zaten. Sadece inatçılar onun gördüklerinin tamamı olduğunu söylüyordu. İnsanların uydurma küçük çözümleri. Efsaneleştirdiğimiz, bitmez tükenmez küçük tartışmalar ve hayal gücü ile insanın ona yaptığı vandallıklar. Kendi vandallığını bırakıp trenden dışarı çıktı.


-Akşam-


Eve gelince hemen kanepede kestirmeye başlamıştı, uyumaya başladığından beri sanki birden uyanacak gibi kaskatıydı. Ama daha o dalgınlıkla uyanmanın ve özgürlüğünün getirdiği sorumluluğu üzerine almak istemiyordu. Uyanmanın dehşeti ve hala hatırladığı bütün kabuslar ile birbirlerine karışıyordu. Bütün düşüncelerin ağırlığını tekrar sırtına almak dehşet vericiydi, halbuki kabul edilmiş bir şekilde kuş kadar özgürken rüyada, uçmamayı kabul etmek bu ağırlıklar ile basitçe aptalcaydı. Kim bağladı bu prangayı ayaklarına, ne zaman zincire vuruldun?


Kabusları mı? Kimi gözün ve zihnin, sadece bir şatoya ait olduğunu hissedebileceği bir koridorun ortasındaydı. Koridor boyunca mermer kemerler, her mermer kemerin arasında koridorun her iki tarafında olmak üzere ise resimler ve tek tük ahşap kapılar bulunmaktaydı. Eskimiş meşe ağacından çercevelerin içindeki resimlerin ise tek bir konusu vardı; mızrak zoruyla birbirinden değişik eylemler ile uğraşan insanlar. Koridorun sonunda ise buğulu gözlerin bile algılayabileceği bir ayna yerleştirmişti. Havada tanıdık bulduğu fakat eskimiş, hatırlayamadığı ellerini titreten ve çiğerlerini kaskatı kesen bir koku vardı. Hava salep kokuyordu, saleple karışık parfüm. Resimlerdeki nemlenmiş renklerin insanların gözlerinden süzülen yaşların etrafında yoğunlaştığını farkediyor ve çıplak ayaklarının soğukluğuyla birlikte aynaya doğru ilk adımını alıyordu. Yaklaştıkça aynadaki tanıdık silüetin dans ettiğini görünce, dans eden silüeti durdurmak için hareketsiz ayaklarının soğukluğunu tercih etti. Gözleri yaşlı bir şekilde soğuktan donup bir heykele dönüşmesini, böylece yavaşca dans eden silüeti durdurmayı, kendisini dans ederken izlemekten daha katlanılabilir buluyordu. Hareketlerinin herhangi bir yüz ifadesi ile karşılanması katlanılabilir bir şey değildi.


Yavaşça donarken, şatonun bahçesindeki güller gözünün önüne geldi. Aralarındaki gelinciği koklamak geldi içinden. Bu bahçe, tanıdık sevgilerin kokularının kaynağı, bakımsız olmasına rağmen o kadar baştan alıcıydıki, kimse vicdanlarında taşıyamayacakları herhangi bir zararı vermemek için, bahçenin huzurunu bozmuyordu sanki, bozmamaları gerekiyordu. Sevilen bir şeye böyle davranılamazdı. İnanırlardıki bahçenin güzel kokmasının sebebi çiceklerinin özünün asla kasten solunmamasıydı, hiçbir insan sonsuz değildi. Duyulabilecek sevgi sonsuzmuş gibi yapmak için koklamamak gerekliydi. En son donan burnu ile bu hayali kokunun kaynağını hatırladı. Sıkıntıdan uyandı, uyanıklık ile miskinlik arasındaki son ağırlık farkı da kalmamıştı artık, her şey hala üzerindeydi.


Geceye doğru soğuktan irkildi ve uyandı. Eliyle kaloriferi yokladı, eli acıyınca hemen çekti. İçinde bir titreklik vardı, sıcak bir şeyler içmek istedi. Hangi bardaktan içeceğine yarım dakika karar veremedi, en son elinin çarptığı mavi, donuk kupayı aldı. En sıkıldığı anlarda çoğunlukla olduğu gibi aklına bir şeyler karalamak geldi. Gözleri yoktu, sanki beyazı doldurulacak bir sayfa da yoktu önünde, iki kelimeden öteye gidemedi. Yapacak hiçbir şey, düşünecek hiçbir şey yoktu aklında. Kaynayan suya koştu, bardağın kulpu elini yaktı, her yer kahve oldu, sövmekten hiçbir koku alamadığını ise fark etmedi bile, sadece yayılan buharı soluduğunda burnunun yandığını hissediyordu. Artık onun sevdiği değildi ya, kendini olmadıkları ile tanımlayabilirdi aslında dilediği gibi, bunu bile yapamıyordu beyazın başına tekrar geldiğinde. “özgür olmak” yazdı kağıdın üzerine, sonra “sevmek”, hemen buruşturup attı kağıdı bir köşeye. Bir tomar kağıdın birikmiş olduğunu gördü. Ayağa kalktı, tomarın içinden buruşmuş bir kağıdı seçti, sonra buruşmuş harfleri seçti. İçinde yazanı okudu fısıldıyarak; “Gümüşi... öğrenci... fizikçi”. Buruşturup tomarın arasına geri fırlattı kağıdı, yüzü buruştu, alnı buruştu, yavaşça bedeni buruşmaya başlamıştı ama pekte farkında değildi. Tekrar oturdu masanın başına, daha da titriyordu bir kağıt daha aldı bir şeyler karalar karalamaz fırlattı tomarın içine. Hiçbir şeyi tanımlayamadı, sünepe kavramlar köşede birikiyorlar ve kendi aralarında tartışıyorlardı onu, birbirleri aralarında kayıp eşlerini buluyorlardı adeta. Büyüyen kağıt yığını, bir yüzünü beyazdan siyaha döndürüyordu. Kağıt yığını bağırmaya başlıyor “Ben bu tarihe kadar sayılı harfllerden ve notlardan ibaret kaldım, böyle devam etmek istemiyorum. Artık iktidar sırası bende, senin yargılanacak çok sebebin var!”. Sessizce verilebicek en nacizane cevabı buldu şu miskinlere; “Sen sorularına cevaplarını aldın ama şu şehrin ne renk olduğunu kabul etmedin bir türlü. Tamam biliyorum, Gümüşi, ama birde senin ağzından duymak isterdim. Şimdi duyduğum ise sadece siz kimliklerinizi olduğu gibi kabul eden miskinlerin ihaneti”.


Gözleri, yaklaşan kağıt yığınına takıldı kaldı, ve masanın üstüne yığıldı buruşmuş bedeni, üstünde buruşmuş kağıtlar. Soğumuş kahve, soğumuş bedeninin üstüne döküldü, kalorifer peteğine değen bir kaç damla cızladı, kahve ve parmaklarından sızıp, peteğin dibine düşen bir kaç damla kan hemen kurudu. Bedeni sanki pişmanlıktan biraz yakarır gibiydi, en azından mor dudakları. Kanlı kağıtlardan bir kaçı sabaha karşı sitem ediyordu, ve üzerlerindeki kanı iç katlarına saklayarak, kalplerine gömerek silerek suçlu olmadıklarını iddia ediyorlardı. Özgürlük yoktu işte artık, parmaklarından akıp gitmişti, anlamlandıramadığı sevgi gitmişti, kalabalıkların resmini aldığında şahit olduğu şaşkınlık, ismini bulamadığı dehşet gtimişti. Ölümden korkuyordu, en azından uyanana kadar, özgürlüğün tanımını ise hala bilmiyordu, muhtemelen. Bedeni bir şekilde hayatını anlamlandıranlardan, artık psikopatça bir özür dileyemezdi. Artık gerçekten hiçbir şeyi kontrol edemiyordu işte, bedeni çürüyordu, koluna konan sinek bile korkmuyordu ondan, kan durmadan sızıyordu parmaklarından. Sorumlu değildi artık bunların hiçbirinden, eleştirmek istiyorlarsa dünyayı, istediklerini yapabilirlerdi buruş buruş yapış yapış kağıtlar. Yeni bir beyaz sayfa, sadece bir iki damla kan. Temelsizdi artık istediği kadar, savunmasızdı yaşamın sonuna karşın. Dünyanın geri kalanı onu nasıl da sömürmüştü, yoksa kendi mi sönmüştü? Kabuslarında onu sömüren hortlaklar işte buradalar, ona dargınlar. İstedikleri kadar bakabilirler şimdi, gösterdi onlara her şehrin ortasından geçen nehirleri, rüyalarımın gerçek hayattaki yorumlarını, en derinlerine düşülecek mavileri, doldurulacak beyaz gözleri, solunacak nefesleri ve dokunulacak tenleri.....


İlgili Yazılar

Hepsini Gör
Falcı

O an yolumu yolumu kesip el falıma bakmak isteyen falcının hocasından öğrendiği ilk kuralı çoktan unuttuğunu fark ediyorum. Artık...

 
 
 
Misafir

Halbuki sadece rüya görmek değil hayal etmek de uykuya dalabilenlerin hakkıdır.

 
 
 

Yorumlar


  • Facebook
  • Spotify
  • Instagram

 © camduvar kültür sanat 2021

bottom of page